Enis Batur

I

Barınak, korunak, yuva gereksinmesinin insana özgü olduğunu söyleyemeyiz canlılar âleminde; karıncanın, leyleğin, köstebeğin yuvasını, yaşam düzenini büyüteç altına aldığında, kıssadan hisseler çıkardığını biliyoruz uygar insanın: Ağdan, kovandan, inden de.

Gelgelelim, bu bağlamda ayrıcalığımız ortada: Bir “yapı sanatı” geliştirmiş tek canlı türüne aitiz biz; Adem’in Cennetteki Evi (1972, New York) gibi temel bir yapıtın yazarı, sanat tarihçisi Joseph Rykwert, bu “ilk ev” fantazmasının sonuçta bir arketip yarattığını ve binlerce yıldır yapı felsefesinin kökünde durduğunu ileri sürse de farklı çağlarda ve kültürlerde, farklı parametrelere ve estetik anlayışlara bağlı yapı sanatı formlarının gelişmiş olduğunu yadsıyamayız.

Gene de, bütün farklılıklara, yerel renklere, iklim koşulları zıtlıklarına, gelenek deposundaki ayrışmalara karşın, nedir ki ev? Bodrumundan çatısına, kapısıyla penceresiyle, merdiveniyle bacasıyla birkaç değişmez çizgiye indirgenebileceği doğru değil mi? Eski yeni pek çok ev gördüm, gezdim bugüne dek; Tadao Ando’nun yumurta biçimli yapısı ya da Rotterdam’daki kübik evler, Basel’de ya da Safranbolu’da, Pompei sokaklarında, Osaka’da, Marakeş’te karşımıza çıkan özelin özeli yapılar ana hatları doğrular. Le Corbusier’nin “yolun sonunda” kurduğu Cabanon, bugün dönebilecek olsa, Âdem’in oturacağı ev olurdu sahiden de ¾ insan daha ne ister?

Demek, doğru olsa bile doğru değil: Her şeyiyle olduğu gibi eviyle de ayrılmak istiyor kişioğlu. Villa Hadrian ile Casa Malaparte arasında iki bin yıl var. Frank Lloyd Wright’ın eviyle Loos’un Tristan Tzara için yaptığı ev arasında on binlerce kilometre. Âşiyan’dan Hundertwasser evine biriciklik kaygısı sürüp gitmiş. “Ev nedir ki?” sorusuna bir de ters çevirip bakmak gerektiği ortada.

Yurt tutmak, yuva kurmak, ev bark sahibi olmak: Dil, deyimiyle atasözüyle ipuçlarını sunar her kültürde. İster vatan anlamıyla kullanılsın, ister çadır anlamıyla, bin yılı aşkın bir süre göç düzeninden kurtulamamış insanlarda yerleşik olma gereksinmesinin ne denli güçlü olduğunu gösterir yurt kavramı ¾ başkalarının şehirden doğurduğu (citizen, citoyen) yurttaşı biz oradan çekip çıkarmışızdır. Yuva kurmak, bizi ayrıksı üyesi olduğumuz canlılar âlemine bağlar; o kadar ki, “yuvayı dişi kuş yapar” sözündeki gibi, benzetme dolaysız bir göndermeden doğar. Ev bark sahibi olmaya gelince, bir “yapı”dan ibaret olmadığı vurgulanır hedefin: İçinde bir aile olsun, barınsın, yaşasın dilenmiştir.

Daha az tanınan bir deyim, “ev dememişler, evran demişler”dir. Ömer Asım Aksoy, açıklamasını getirir: “Bir ev doymak bilmeyen ejderha gibidir. Bir yandan eksikleri tamamlanır, bir yandan yeni eksikler ortaya çıkar.” Ejderhanın yalnızca evin mutfağında oturduğunu düşünmek yanlışların büyüğü olur: Her köşede, her birimde, içeride ve dışarıda yaşar o, istekleri karşılansın bekler.

Demek ki bir bütünlükten dem vuruyoruz burada: En küçük replikası olsa bile ev, evren.

Derme(k) çatma(k), yapı(p) etmek fiilleri devreye girer çadır, yurt, oba dediğimizde de kulübeden saraya bütün inşa sanatı ürünlerinde de. Çırağı, kalfası, ustasıyla büyük bir lonca yaratmıştır bu uğraş, Doğu’da ve Batı’da; bugün, ilerlemiş teknolojileriyle Avrupa ülkelerinde hâlâ varlıklarını sürdürdüklerini biliyoruz: Tarihsel yapıların sorunlarını çözmek yolunda, onların bilgi geleneğinden ve becerisinden yararlanmak tek çıkış yolu oluyor çoğu zaman. Biz dışarıdan bakanlar, çoğu kez mimarın girişimi diye bakarız bir yapıya, kim neyi nasıl yapar pek bilmeyiz; mimarlığı küçümsediğimden hiç değil, vurgulamam: Bir evin arkasında çok sayıda usta, ustalık, emek vardır.

Sonrasında, bir evin önüne herkes dikilir, içeri girenler, oturanlar, yaşayanlar olur; bir de, karşıdan, ama yakından ama uzaktan, yorumlayanlar çıkar: Her vakit, ev hakkında düşünülmüş, düşler kurulmuştur. Bunu söylerken meslekten olanları ayırıyorum; onların ortaya koyduğu yapıtlar, yapı sanatı bağlamında bir asal kütüphane oluşturmuşlardır. O kütüphanenin yanıbaşından bir başkası başlar: “Ev”i kuşatan düşünürler, yazarlar, şairler yerlerini alırlar oralarda; dışarıdan, içeriden eve eğilmiş ressamlar, sinema yönetmenlerinin yapıtlarından kareler barındıran kataloglar, tasarımcıların çalışmaları, bir sandalyeye ya da bir yatağa gözünü dikerek bakmış olanlardan izler, işaretler yanyana dizilir. Böyle bir Ev Sergisi’nin küratörü olmak, harfleri Kosuthvari çözümlemelerle yansıtacağım duvarlarda imgelerden bir düzenleme oluşturmak isterdim ¾ bakın nasıl:

II

Sergi mekânının hemen girişinde, Heidegger’den etli bir paragrafla ana notayı, daha doğrusu anahtarı verirdim: Düşünürün “inşa etmek” fiiliyle “düşünmek” arasındaki kanbağını kurcaladığı koyu bir parçadan hareket edilebilirdi.

İlk odanın duvarlarında kapılara yer verirdim: Lorenzo Ghiberti’den Rodin’e bir tarafta, Burhan Uygur’dan Mehmet Güleryüz’ün erotik dolap kapağına küçük, sımsıkı bir antologya. Böyle açılırdı Susam.

İzleyen odadaki pencere temalı tablolarla evin fizyonomisini tamamlardım: Rembrandt, Vermeer, Balthus, Dali, bir de elimle çektiğim bir fotoğraftan Goethenaum’un, Rudolf Steiner’ın tasarımı ürpertici pencereleri karşıkarşıya gelirdi burada. İki odayı bir koridor izlerdi: Bacalara, onlara faltaşı gözlerle bakan fotoğrafçılardan seçerdim görüntüleri: Cartier-Bresson’uyla, Kertezs’iyle ustalara bizden Levent Şentürk’ün Eskişehir-Odunpazarı çalışmasından bir diziyi eklerdim. Geçişi Behçet Necatigil’in Evler’inden yapardım:

Orada, geniş, üç yanındaki kapılarla üç loş odaya açılan bir salonda, evin dışarıdan bütün hâli ana odak olarak izleyicinin karşısına çıkardı: Piero del Francesco’dan Caravaggio’ya, Cézanne’dan Magritte’e, Wyeth’dan Hopper’a, Eşref Üren’den Turan Erol’a klâsik fırçadan “ev portreleri”ni biribirileriyle çarpıştırırdım. Üç odadan birini gene fotoğrafçılara ayırır, bir tür etnolojik boyut eklerdim böylelikle ev konusuna. İkinci odada her duvarı tuğlalarla, kesme taşlarla, opus incertum taşlarla yeniden kaplar, duvar üzerine duvar bindirirdim. Sanırım, Bizans ve Osmanlı malzemesine bir ayrıcalık tanırdım. Son odayı yapı araç gereçleriyle donattırırdım çağdaş sanatçılardan birine.

Evin “iç”ine yönelmezden önce, yeniden yazıya başvuracağım bir geçiş bölgesi öngörürdüm. Raymond Roussel’in Locus Solus’ünden, Perec’in Yaşam Kullanma Kılavuzu’ndan, Valéry’nin Eupalinos’undan, Poe’nun Mobilyalandırma Felsefesi’nden seçeceğim pasajlarla Bachelard’ın Uzamın Poetikası’ndan çekip çıkaracağım cümleleri ayna düzeneğinde, karşı karşıya getirirdim.

Ardından, Mario Praz’dan bir paragrafla interiora yönelirdim: Evin iç organlarına. Bu bölümde, her mekân içre mekân için en uygun imgelerle en uygun nesneleri üst üste bindirme kaygısı güderdim. Sözgelimi, yatak odasına sıra geldiğinde, duvarlarda elbette Delacroix’nin Dağınık Yatak’ı ve Lucian Freud yeralırdı da, orta yere birkaç unutulmaz yatak kurulurdu:

Mutfakta, banyoda sıkı tasarımcıların ürünleri bir araya gelirdi; Stark’ın, Sotsass’ın, başkalarının parçaları.

Bir tek yazı masası seçeceksem, Frank Lloyd Wright’ın tasarladığı yazıhane olurdu bu. İskemlede, masada Viyana okuluna, bir de konstrüktivistlere ağırlık verirdim. Ne yapıp edip Zeki Kocamemi’nin elinden çıkmış bir “şey”i bir yere sıkıştırırdım. Alaaddin gazlı sobasını da.

İnterior resmi uçsuz bucaksız bir katalog oluşturur. Japon estampıyla Degas, Acem minyatürüyle Hopper, Abdülmecit Efendi ile Orhan Peker, Matisse ile Bacon arası bir seçki yapmak gücün gücü iştir. Farklı ışık dillerinin, farklı istiflemelerin çalıştığı umman bir alan. Çağdan çağa ne çok unsur değişmiştir: Dileyen Ingres’in hamamıyla Cremonini’nin banyosunu yan yana koyarak bakabilir.

Georges Rousse’un fotoğraflarına küçük bir oda yeter mi?

Schwitters’in Merzlerinden hangisini nereye koyalım?

Hourloupe dizisinden nesini seçmeli Dubuffet’nin?

An gelir kavrar insan: Bu soy sergiler kişiye bırakılamayacak kadar derin yatay-dikey sorunlarla yüklüdür. Demek ki bir ekibin parçası olmakla yetinilebilir burada.

Ben olmasam kim anımsayacak Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmaz’ını, Tournier’nin merdiven denemesini, Karaburçak’ın bir tablosunu, The House that Jack Build şarkısını, Greenaway’den Mimarın Karnı’nı!

Arka Kapak dergisi 17. sayı