Necip Tosun

Edebiyatçıların kaleminden çıkma gezi yazılarının daha kalıcı ve derinlikli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü edebiyatçılar sadece gördüklerini aktarmaz, onların ruhuna nüfuz eder, görülmeyeni görür, sezer, resmederler. Bu anlamda bir ülkeyi, bir toplumu ve şehri tanımada, onun gizlerini ortaya çıkarmada edebiyatçı gözünün önemi büyüktür. Dolayısıyla bu gezi yazıları o dönemi anlatan belgesel önemleri yanında, gelecekte olacak olanlar için de bir öngörü barındırırlar.

Gezi yazılarının en büyük işlevi sadece gezilip görülen yerlerin kaydı değil, şehrin bütün yönleriyle okunması, hafızasının deşifresidir. Peki şehrin hafızası nerede saklanır, gizi nereden okunur? Müzelerde, alanlarda, resimlerde, mimaride, romanlarda, müziklerde… Kim bilir belki de hepsinde. Bir şehri iyi okuyabilmek için bu aynaların tümüne dikkat kesilmek gerekir. Bazen de bir şehrin aynası bir yerde odaklanabilir. Örneğin Viyana müzikle, Paris edebiyatla, Roma heykellerle, Floransa resimle, İstanbul camilerle okunabilir. Kimi zaman bir roman, bazen bir şiir bir şehrin aynası olabilir. Çünkü her şehir kendini bir başka dile emanet eder. Şehir orada yaşar, hayat bulur, nefes alıp verir. Sanat ve edebiyat tam da burada şehrin aynası olur. Bu nedenle şehrin tüm bu güzellikleri, derinlikleri en iyi bir edebiyatçının kalemine yansır. Örneğin Rainer Maria Rilke’nin Floransa Günlüğü’nü okurken, Rilke’nin resim ve heykel üzerine derinlikli düşünceleriyle kent ortaya çıkar. Rilke’nin resim ve heykele sanatçı bakışıyla nüfuz edişi okurun ufkunu açar, Floransa’nın sakladığı gizler bir bir ayan olur. Bu anlamda Batı sanatını, düşüncesini, simgelerini iyi bilmeden, Batı kentlerine nüfuz etmek imkânsızdır. Aynı şekilde İstanbul ancak Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük bir edebiyatçının bakış açısından anlatılabilir. Tanpınar, şehri şehir yapan maddi ve manevi dinamikleri küçük ayrıntılardan yola çıkıp sarsıcı gerçeklere ulaştırır.

Yolculuklar öncelikle tanıklık etme, yakından görme duygusunun bir yansımasıdır. Yolculukta, yerleşmek için gitmediğimizi, dönüp geleceğimizi biliriz. Bu yüzden orada bulunduğumuza ilişkin kanıtlar toplar, fotoğraflar çekiniriz. Oralı değilizdir, orada bulunmaktayızdır. Edebiyatçı hiçbir yolculuğunu rastgele yapmaz. Çoğunlukla bu yolculuklara yazmak için çıkar; yolculuğu çıkmadan önce sıkı okumalar yapar, hazırlanır. Bu nedenle edebiyatçıların gezi kitapları bir gezi kitabında bulunması gereken pek çok bilgiyi içermekle birlikte klasik bir gezi rehberi kitabı değil, coğrafi yerler yanında, edebî okumalar, tarihsel göndermeler ve hikâyeler içerirler.

Hiç kuşkusuz yolculukta niyet ile ne gördüğümüz arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu anlamda eski seyyahların yolculukları ile günümüz turistlerinin gezileri arasında fark çok büyüktür. Eskiden neyle karşılaşacaklarını bilmeyen insanlar için yolculuklar maceraydı. Bu yolculukta, yol arkadaşlıkları ve maceralarla bol bol hikâyeler biriktiriyorlardı. Bunlar, yeni yerleri keşfetmek, başka insanlara bilgiler aktarmak için yapılan yolculuklardı. Şimdi ise turlarla yapılan seyahatlerde nereye gidileceği bilinen, nerelerin görüleceği tespit edilmiş yolculuklar yapılmakta. Bu nedenle eski seyyahlar ile günümüzün turistlerini birbirinden ayırt etmek gerekir.

Günümüz turizm ekonomisi içinde ise kültürel seyyah olmak mümkün değildir. Gezmeyi, görmeyi insanlık ve kendisi için kullanılabilir bir verime, tecrübeye, tespite dönüştüremeyen bir görmenin sadece kişisel zevk olduğu açıktır. Bugünkü insanlar, turist statüsüne yükselmek ya da onun gereğini yapmak için, farklı biri olduğunu göstermek için geziye çıkar. Turist bir proje, bir bavuldur. Nerenin gezileceği, ne yenilip ne içilmesi gerektiği kendisinin dışında belirlenmiştir. Ruskin tam da bunu söyler: “Trene bindiğimde kendimi hiç de seyahat ediyor gibi hissetmiyorum; aksine, bir yere ‘gönderiliyor’ gibi oluyorum ve bu bir koli olmaktan pek de farklı değildir.” Turist görülecek yeri ön bilgilerle zaten kutsallaştırmaya hazırdır. Çünkü artık görülebilecek bir yeri keşif için değil keşfedilmiş bir yeri görmek için gidilmektedir. Burada turistin hissettiği bir seyyah zevki değil bir görevi ifa etme duygusudur. Bir şeyin ilginç olabilmesi için turist rehberinde işaretli olması gerekir. Her şey sahiciliğini yitirir. Bu turlar giderek insanda bir mizansen duygusu uyandırır. Bir müze kuyruğu, bir lunapark kuyruğundan farksızlaşır. Önce turistik cazibe mekânları oluşturulur. Etrafı buna göre dizayn edilir. Pazarlama, satış imkânları gibi kapitalizme özgü bir üretim mantığı yürürlüğe konulur. Tam da Maccanell’in dediği gibi: “New York’a gelen seyyahları karşılayan bir gösterge olan Özgürlük Anıtı, görülmeye gidilen bir yere dönüşmüştür.”

Standart gezi, popüler edebiyat okumak gibidir. Herkesin ortak beğenileri doğrultusunda hazırlanmış bir toplamdır. Bu, önünde fotoğraf çektirilen, ben de gördüm, demek için belge toplanan bir gezidir. Bunlara şehir hiçbir sürpriz sunmaz. Şehir gizlerini, sürprizlerini kaybolmayı göze almış az sayıdaki gezginlere açar. Bunlar da nitelikli edebiyat okuru gibidir. Hiç kuşkusuz aynı kente herkes aynı yolculuğu yapmaz. Her kentin ne anlattığı bakana göre değişir. Kimi kartpostal gibi görür kimi bir bakışta kentin ruhuna nüfuz eder. Kente biçim veren sadece mekânlar değil, ruhtur. Her kentin bütün belleği olan mutlaka bir hikâye anlatıcısı vardır. Kimileri tüm gezi boyunca hikâye anlatıcısını dinler. Her şehrin bir sahibi vardır, meydanın, caddenin sahibi. Bir hikâyesi, bir sesi olmayan kent bir beton yığınıdır, modeldir, tasarımdır, henüz olmamıştır. Kent elbette canlı bir organizmadır. Kenti gezerken aslında kenti anlama, onun gizlerini ortaya çıkarmaya çalışmayız. Kenti fethetmeye, onu bize ait kılmaya çalışırız. Ama onu fethetmek her şeyden önce o şehri anlamaktan geçer.

Gezi edebiyatı, edebiyatımızda çok gelişmiş değildir. Ancak dünyanın en önemli gezi edebiyatı kitabı yine de bu topraklarda doğmuştur: Evliyâ Çelebi’nin Seyahatname’si. Ne yazık ki onun torunları bu türe yeterli ilgiyi göstermediler. Dünya edebiyatında ise bu türün hatırı sayılır bir ilgi gördüğünü söylemek mümkündür.

Evliyâ Çelebi sadece coğrafi yolculuğu değil, kültürel, sosyolojik, tarihsel bir yolculuğu hatta Âdem’den yazıldığı çağa kadar zamansal bir yolculuğu anlattığı Seyahatnâme’de, döneminin tüm söz sanatlarını, fantastik hikâyelerini, efsanelerini bir araya getirerek çeşitli anlatı türlerinin iç içe kullanıldığı kendine has bir tür yaratmıştır. Seyahatnâme’yi modern yazınsal türlerden birine sokmak hatalı ise de biçimlenmiş, kurgulanmış belli bir disiplinle anlatılmış olması ve baskın olarak da tahkiyeye yaslanması nedeniyle bir edebiyat eseri olarak nitelemek mümkündür.

Çelebi Mehmed Efendi’nin Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Sefâretnâmesi yine oldukça önemli seyahatnamelerdendir. 1720’de, Fransa’da büyükelçi olarak görevlendirilen Çelebi Mehmed Efendi’nin tuttuğu bu seyahat notlarında Fransa ve Batı gözlemleri, oldukça açıklayıcı ve bilgilendirici malumatlar, tespitler içerir. Yolculuk, karşılanış, saray yaşamı ayrıntılarıyla yer alır. Osmanlı’nın yavaş yavaş yenilgileri tatmaya başladığı bu dönem biraz da Batı’nın bu başarısını anlama çabalarını içerir. Seyahatnameyi değerli kılan asıl bu Doğu-Batı karşılaştırmaları olur.

Gezi edebiyatının şaheserlerinden biri Ahmet Hâşim’in Frankurt Seyahatnâmesi’dir. 1930’larda Almanya’ya tedavi için giden Hâşim’in gezi notlarından oluşan kitap, bu türün örnek metinlerindendir. Klasik bir seyahat kitabından çok bir ülke, çağ, Batı tahlili olan yazılar, emsalsiz bir şiiriyetle yüklüdür: “Bu bir hastanın yol notları, rüzgârlı, karanlık bir sonbahar gecesiyle başlar. İstanbul’un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve Üsküdar taraflarının göklerini uzak bir yangının hafif kırmızılıklarına boyanmış bıraktım.”


Beş Şehir
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatımızın en kıymetli eserlerinden biri olan Beş Şehir’de, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul üzerine derinlik gözlemlerde bulunur. Bir şehri şehir yapan unsurları, tarihini, manevi dinamikleri emsalsiz bir dille aktarır. Beş Şehir gezi yazılarının örnek metinlerinden biridir.

Arka Kapak dergisi 30. sayı