Gökhan Yavuz Demir

Aslında yumuşak kalpli biriyim, karşımdakilerin beni olduğum gibi kabullenmesini, çevremin bana yakınlık göstermesini beklerim, fakat elbette bunu çevreme yansıtmaz, hep kendine güveni olan, iradeli biri gibi davranmaya çalışırım.

Hans Fallada, Ayyaş

Düşünmek için vakit lâzım. En azından insanın kendi iç sesini dinleyebileceği dingin bir an. Bunun için belki oturup nefeslenmek şart değil ama kesinlikle yalnız kalmak gerekiyor.

I

2019’un sonlarında çok geçmiş kalmış bir keşif heyecanıyla birbiri peşi sıra Hans Fallada külliyatının ciltlerini okumaya başladım. Neden o kadar etkilendiğimin cevabını dillendiremesem de ruhumun derinliklerinde bir yerde adlandırılamamış bir şeyleri seziyordum. Bu sezgiyle Fallada kitaplarını toplamaya ve okumaya devam ettim. Ergenliğimde bile bir yazarı külliyatıyla okuma sevdasına hiç kapılmadım. Ama yarım asra yaklaşan ömrümde artık şahsî hakikatim hâline gelmiş bir iyi yazar kriterim var: Bir yazar, insanda yazdığı her satırı okuma ihtiyacı uyandırıyorsa kesinlikle iyi bir yazardır. İşte Fallada da böyle bir yazardı—yazdığı her satırı okuma isteği uyandıran saygın bir yazar.

Fakat bir sabah yaşını almış olan Kocabaş’la hayli yavaş sayılacak yürüyüşümüze kadar Fallada’yı benim için bu kadar kıymetli kılan tılsımı kendime bile söyleyememiştim. Kocabaş burnuyla telaşsız biçimde sağı solu koklarken bir epifanya gerçekleşti ve birden günlerdir hissettiğim şeyi ilk defa dillendirdim: Hemingway! Fallada’nın üslubu, temasını işleyiş tarzı Hemingway’i çağrıştırıyordu. Evet ya, Fallada sanki Almanca yazan Kuzey Amerikalı bir yazardı. Eve dönüp bilgisayarımın başına oturup bunu araştırabilmem için Kocabaş’ın sakin adımlarla bahçe kapısına kadar gelmesini sabırla bekledim.

Önce Karl Leydecker’in editörlüğünü yaptığı bir kitap buldum: German Novelists of the Weimar Republic. Bu kitabın içinde yer alan Jenny Williams’ın Hans Fallada hakkındaki makalesinden de Fallada’nın Eylül 1931’de Hemingway üzerine bir deneme yazdığını öğrendim. O denemenin peşine düştüğümdeyse Fallada’nın  Hemingway hakkında toplamda üç yazı yazdığını gördüm.[1] Anlaşılan o ki Hemingway’in Zamanımızda’sının [In Our Time (In unserer Zeit)] Almanca yayıncısı olan Rowohlt’ta çalışan Fallada, 1931 ile 1932 arasında hayran olduğu Hemingway hakkında üç kısa tanıtım yazısı kaleme almış. Bu yazılara şimdilik ulaşamadım ama ilk yazdığı yazıdan – fikir vermeye kâfi – bir üç paragraf bulabildim. [2]

Şimdi bütün bu malumatın ışığında Hans Fallada hakkında yazmaya başlayabilirim.

II

Siegfried Kracauer, Haziran 1931’de Die neue Rundschau’daki bir denemesinde Almanya’da yeni bir yazar tipinin doğuşunu tespit etmişti. Kracauer’e göre bu yeni yazar tipi, felsefî kavramlara ve mutlak değerlere adanmak yerine, kendi rolünün sosyal ve politik bir yorumcu olmak olduğunun farkındaydı. O senenin Mart ayında yayınlanan Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar [Bauern, Bonzen und Bomben] ile adını duyuran Hans Fallada, tam da bu tip bir yazardı.

III

21 Temmuz 1893’te Almanya’nın Greifswald şehrinde doğan ve asıl adı Rudolf Wilhelm Friedrich Ditzen olan yazar, 1920’de yayınlanan otobiyografik özellikler barındıran ilk romanı Genç Goedeschal’den [Der Junge Goedeschal] itibaren Hans Fallada takma ismini kullandı.

Fallada, pek çok çağdaşı gibi babası Wilhelm Ditzen’in şahsında tecessüm eden Wilhelm Almanyasının otoriterliğine isyan etti. Bu isyan başlangıçta sadece sigara ve içki içerek hafif erotik şiirler yazmaktan ibaretti. Fakat 1909’da geçirdiği nerdeyse ölümcül bir bisiklet kazasının ve 1910’daki tifo hastalığının ardından düşünceleri giderek intihara yöneldi. Ekim 1911’de Leipzig’de genç bir kadının onuru için girişilen bir düello görümündeki intihar anlaşmasında yakın dostu Hanns Dietrich von Necker’i öldürdü. Hayatta kaldığı için şanslıydı. Bu olay, ortaokulu bitirmesine yaklaşık on sekiz ay kala eğitim hayatını sona erdirdi. Artık Dr. Artur Tecklenburg’un bir hastası olarak Thüringen’deki Tannenfeld Sanatoryumu’nda yatıyordu. Eylül 1913’te hastaneden taburcu olduktan sonra yakınlardaki bir mülkte kâhya olarak çalıştı. 1914’te gönüllü olarak orduya yazıldıysa da kısa bir süre sonra terhis edildi. Savaş yıllarında hayatta kalmak için romanlarının ve hikâyelerinin hayat kavgası veren kahramanları gibi tezgâhtarlık, satıcılık, muhasebecilik, patates yetiştiriciliği benzeri muhtelif işlere girip çıktı. Ağustos 1918’de Batı Cephesi’nde küçük kardeşinin ölmesi, Fallada’dın hastalanmasına ve mide ülseri tedavisi görürken de morfin bağımlısı olmasına yol açtı.

Ömrü boyunca peşini bırakmayacak morfin ve alkol bağımlılığı çok genç yaşta başlayan Fallada, 1923’te ikinci romanı Anton ve Gerda’yı [Anton und Gerda] tamamladı. Uyuşturucu sorunu yüzünden zimmetine para geçirdiği için üç ay hapis yattı. 10 Mayıs 1928’de Neumünster Hapishanesi’nden çıktı, alkolizm ve uyuşturucu bağımlılığından kurtuldu ve uzun süren çileli bir işsizliğin ardından yerel bir gazetede iş buldu. 1929’da Anna Issel’le evlendikten sonra çeşitli gazetelerde yazmaya ve kitaplarının da yayıncısı Rowohlt’ta çalışmaya başladı.

Ona asıl şöhreti getiren kitabı Küçük Adam Ne Oldu Sana?[Kleiner Mann – was nun?] 1932’de yayınlandı. Roman o kadar başarı kazanmıştı ki Yahudi yapımcılar tarafından filme çekildi. Bu başarının bedeli Fallada için ağır oldu. 1935’te Nazilerin “sakıncalı yazarlar listesi”ne girdi. Bu da malî sıkıntıların içinde debelenen yazarın morfin ve alkol bağımlılığını depreştirdi. Eşinden ayrıldı. Eski karısına 1944’te bir el ateş etti, fakat silahı eline geçiren Anna onu etkisiz hâle getirip polise teslim etti. Naziler Fallada’yı akıl hastanesine kapattılar. Burada şifreli biçimde otobiyografik unsurlar içeren Ayyaş’ı [Der Trinker] yazdı. Savaştan sonra uyuşturucu ve alkol bağımlılığı daha da arttı. Fakat yine de ölümünden kısa süre evvel, dört ay gibi çok kısa bir sürede Herkes Tek Başına Ölür’ü [Jeder stirbt für sich allein] yazdı. Fallada 5 Şubat 1947’de uyuşturucuya bağlı kalp yetmezliğinden Berlin’de öldü.

IV

1920’ler boyunca sadece iki ekspresyonist roman yazan ve on senenin büyük bir kısmını alkol ve uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle tedavi gördüğü kliniklerde veya bağımlılığının beslediği suçlarının neticesi olarak hapislerde yatarak geçiren Fallada, görece dingin geçirdiği 1930’ların başında art arda kendisine şöhret getirecek iki roman yazdı. Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar yayınladığında Fallada otuz yedi, Küçük Adam Sana Ne Oldu? yayınlandığındaysa otuz sekiz yaşındaydı; yani bu edebî atılım için uzun süre beklemişti.

Her iki roman da o günün Almanyasının sosyal ve politik problemlerine eleştirel bir tutumla yaklaşır. İlk romanda Weimar Cumhuriyeti’nin kalbindeki gerilime ve huzursuzluğa dikkat çekerken, ikincisinde Almanya’nın o güne dek yaşadığı en büyük ekonomik krizin sıradan insanların hayatları üzerindeki etkilerini anlatır.

Üslup açısından iki roman da Fallada’nın bir yazar olarak gelişimindeki yeni bir aşamaya işaret eder. Hemingway gibi yazarlardan ve dönemin Yeni Nesnelcilik akımından etkilenen Fallada, artık okurların çok beğendiği o kendine has üslubunu oluşturmuştur.

Her iki romanda da iki savaş arası Almanya’da yaşanan büyük toplumsal kargaşa ve ekonomik kriz esnasındaki “küçük adam”ın, yani küçük burjuvanın kaderi doğrudan gerçekçi ve hissî bir anlatımla ele alınırken, fonda ise Hitler’in ve Nazilerin ülkeyi ele geçirmelerini sağlayan koşullar açıkça resmediliyordu. Sokakta hayat mücadelesi veren “küçük adam”ı anıtlaştıran bu edebî başarının, eleştirel tını taşıyan hiçbir sese tahammülü olmayan Nasyonel Sosyalizmin yükselişiyle eşzamanlı olması Fallada’nın yegâne talihsizliğiydi.

Nisan 1933’te Fallada, bir ihbar nedeniyle SA birliklerince tutuklandı ve yaklaşık on gün boyunca içeride tutuldu. Böylece Fallada, Üçüncü Reich’ın insanlığın başına açacağı belalardan ilk payını alanlardan biri oldu. Aynı yılın Ekim ayında ailesiyle birlikte, Nazizm fırtınasını orada atlatmayı umduğu Mecklenburg’daki Feldberg yakınlarındaki Carwitz mezrasında bir kır evine yerleşti. Başlangıçta çok mutlu, enerjik ve üretkendi. Oğlu Ulrich’in anlattığına göre, Fallada o kır evinde sabah erkenden uyanıp daha güneş doğmadan çalışma masasına oturur ve öğleye kadar yazarmış. Fakat başka herkes gibi Fallada da çok geçmeden kendisi gibi olmayan herkesi yok etmeye yeminli Nazi parti yapılanmasının kollarının Almanya’nın her köşesine ulaştığını öğrenmişti.

Fallada’nın 1935 ile 1945 arasında yazdığı belki de tek değerli roman, Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar ve Küçük Adam Sana Ne Oldunun sosyal eleştirisine geri dönen 1937 tarihli Kurtlar Sofrasında [Wolf unter Wölfen] idi. 1923 senesinde bir Amerikan dolarının geçici alış kurunun dört yüz on dört bin Alman markı olduğunu anlatarak başlayan roman, Weimar Cumhuriyeti’nin ekonomik krizlerinin hem şehirdeki hem de kırsaldaki Almanların hayatları üzerindeki etkisini ele alıyordu. Nazi edebiyat otoriteleri bu eseri, Weimar Cumhuriyeti’nin bir eleştirisi olarak okudukları için yazarına müsamaha göstermişlerdi.

Bir yazar olarak yaşadığı zorluklara malî sıkıntılar ve alkolizm ile evlilik dışı ilişkilerinin yol açtığı problemler de eklenince Fallada evvelâ boşanır ve ardındansa psikiyatri kliniğine yatırılır. Sonuç, herhangi bir dilde bir alkoliğin en kırık ve en duygusal edebî tasvirlerinden biri olan Ayyaş’tır.    

1946’da ise savaş sonrası yazılan ilk anti-faşist roman olan ve iki “küçük insan”ın faşizme karşı tümüyle etkisiz fakat bir o kadar da onurlu direnişini anlatan son romanı Herkes Tek Başına Ölür’ü heyecan ve sinir içinde, çok az uyuyarak ve ilaç alarak nerdeyse gece gündüz durmadan yazarak tamamlar. Romanda öleceklerini bildikleri hâlde Hitler’e direnen küçük insanlar, para uğruna her şeyi yapan başka küçük insanlar ile beraber anlatılır: Jurnalciler, Gestapolar, merhametli zengin dullar, her şeyini yitirmiş Yahudiler, ellerinden hiçbir şey gelmeyen zavallılar, üniforma meraklısı gençler, işkenceler, intiharlar, ihbarlar arasında özgürlük için ölümüne mücadele eden “küçük insan”lar ve “devlet terörüne” maruz kaldığı için kendine güvenini yitirmiş bir toplumun çöküşü.

V

Fallada’nın 1932’de Küçük Adam Sana Ne Oldu’da anlattığı hızla yükselen enflasyon karşısında güneş görmüş kardan adam gibi çabucak eriyen maaşıyla kendini ve küçük ailesini hayatta tutmaya çalışan Johannes Pinneberg’in roman boyunca yaptığı lüzumlu ihtiyaç listeleri, bir açıdan George Orwell’ın 1933’de yayınlanan otobiyografik anlatısı Paris’te ve Londra’da Beş Parasız’daki yoksulluğun bir benzeridir.

“Küçük insanlar” artan yoksullukları karşısında giderek daha da küçülürler. Fakat Fallada’nın bunu anlatış tarzı, daha çok Hemingway’in hikâyelerindeki anlatım tarzına benzer. Fallada, Eylül 1931’de Die Literatur’da yayınladığı Hemingway hakkındaki yazısında anlatıcının neredeyse hiç olmadığı, mümkün mertebe rolünün en aza indirgendiği bir anlatım tarzına hayranlığını dile getirir. Meselâ Hemingway’in elma demek istediğinde sadece elma demesinden ve okuyan herkesin de bunu anlamasından etkilenmiştir. Fallada’ya göre Hemingway sadece gerekli olanı verir. Bunu da sadece ayrıntı vererek, gerekirse ayrıntılar hakkında ayrıntılar vererek yapar. Bir Hemingway kahramanı şehre gelir, otel odası tutar, resepsiyondaki memurla biraz laflar, yukarı odasına çıkar, yıkanır, temiz kıyafetler giyer, aşağı inip sokağa çıkar, gidip köşedeki bayiden bir gazete alır ve ayrıntılar, ayrıntılar, ayrıntılar… Bütün bunları anlatırken yazar duygulardan hiç bahsetmez. Ama bütün bu ayrıntıların içinden okurun üstüne bir hüzün doğar: Hayatta kaybolduğumuz, amaçsızlığımız ve kaderin insafına kaldığımız hiç söylenmeden hissettirilir.

Hiç kuşkusuz bütün bunlar Fallada’yı çok etkiler. Çünkü Fallada da gerçeğe daha derin nüfuz edecek böyle bir sade anlatımın arayışındadır. Hemingway’in başını çektiği bu arayış belki de bütün bir çağın arayışıdır. Bu sebeple Fallada’nın Hemingway’in üslubundan bahsettiği her satırda kendi üslubundan da bahsediyor olabileceğini düşünmek hiç de abartı olmaz.

VI

Hikâye ve romanlarında yeni bir anlatı tarzı geliştirmeye çalışırken diğer taraftan da “haysiyet”i de kurgusunun merkezî teması kılan Fallada’nın bütün yazdıkları içinde galiba en çok 1920 ila 1940 yılları arasında yazdığı hikâyelerden ve otobiyografik anlatılardan oluşan ve Türkçeye Kambur adı ile çevrilen kitabındaki “Gigi ve Lumpi”, “Günlük Ekmeğimiz” ve “Atalarım”ı seviyorum.

“Gigi ve Lumpi”de küçük bir kız çocuğunun köpeğine yönelik bir tehdidi ciddiye almasının onun küçük dünyasını nasıl kararttığını ve öğretmen gibi bir öğretmenin bu sorunu nasıl anlayıp çözüverdiğini Fallada okurlarına anlatmadan hissettirir. Keza aynısını “Günlük Ekmeğimiz”de de yapar. Orada da yoksul bir ailenin, evin babasının hapse düşmesinden dolayı çektiği ve çekeceği sıkıntıları küçük Willi ile baktığı yavru köpeğin hikâyesinden öğreniriz. Ve yine hâkim gibi bir hâkim olan Yargıç’ın, tamı tamına okurun hissiyatının aynısı bir hissiyatla adil bir karar vermesiyle olaylar tatlıya bağlanır.

Otobiyografik bir anlatı olan “Atalarım”da ise Fallada ilk gençliğinden bu yana edebiyattaki ustalarını içtenlikle anlatır. Bunlar arasında Defoe, Swift, Flaubert, Daudet, Zola, Tolstoy, Dostoyevski ve Hamsun var. Nasıl olup da İsviçreli dindar bir papaz olan Jeremias Gotthelf ile bir deist olan Voltaire’in kendisini aynı ölçüde etkileyebildiğini açıklayamasa da Fallada, bütün bu yazarların hepsinin içinde ve ruhunda olduklarını bilir ve “atalarının” kendisi ve yazdıkları üzerindeki etkisini açık yüreklilikle kabul eder.

VII

En zor koşullarda bile insan haysiyetini edebiyatının merkezî teması kılmaktan vazgeçmeyen ve onu debdebede değil de küçük insanların sıradan hayatlarında arayan ve bütün bunları gösterişsiz, sade, doğrudan ve derinden bir üslupla bize anlatan Fallada edebiyatın kanonundaki ölümsüz yazarlardan birisidir.

Belki de Calvino’nun Maupassant için söylediğini biraz tahrif ederek ben de onun için söyleyebilirim: Fallada’yı severim, çünkü basittir.

 

SON NOTLAR:

1. O üç yazının künyeleri şöyle: Hans Fallada, Ernest Hemingway oder Woran liegt es? In: Die Literatur. Monatsschrift für Literaturfreunde 33 (1930/1931), H. 12 (September 1931), ss. 672-674; Hans Fallada, Gespräch zwischen Ihr und Ihm über Ernest Hemingway: In unserer Zeit. In: Die Literatur. Monatsschrift für Literaturfreunde 35 (1932/1933), H. 1 (Oktaber 1932), ss. 21-24; Hans Fallada, (Mit Erschütterung habe ich ,Hemingways‘ neuen Kurzgeschichtenband In unserer Zeit (Rowohlt) gelesen …) In: Das Tage-Buch 13 (1932), NR. 49, 3.12.1932, s. 1909.

2. O Almanca üç paragrafı da meraklısı için buraya alıyorum:
„[Wenn] er Apfel sagt, so meint er Apfel, den kennt man ja. Es gibt Leute, die brauchen die Verkleidung, den Schmuck, dagegen ist nichts zu sagen. Aber es gibt andere Leute, die finden, der Apfel ist für sie gut genug, auch wenn man ihn nicht rotbäckig, nicht wohlriechend nennt. Hemingway gibt nur das Notwendigste. So macht er das auch in der Art der Erzählung. Die ist unerhört primitiv. Erst tat er das, dann tat er das. Beinahe wie in der Bibel: er ging hin und nahm ein Weib. Zeichnen ist Weglassen, auch Erzählen ist Weglassen. Es ist ganz ungeheuerlich, wie er das macht. Er erzählt Details über Details. Wie man in eine Stadt kommt, sich ein Hotelzimmer nimmt, mit dem Portier ein paar Worte spricht, raufgeht, sich wäscht, ein frisches Hemd anzieht, Anzüge in den Schrank hängt, wieder in die Stadt geht, eine Zeitung kauft – Details über Details, Weglassen aller Gefühle, es gibt keinen Autor: Und aus all dem steigt Traurigkeit auf, die Verlorenheit im Leben, unsere Ziellosigkeit, Ausgeliefertsein an das Schicksal. Hemingway spricht nie davon, er spricht nie von Gefühlen, wenn er von der Liebe spricht, so ist das keine hohe Göttertochter, sondern eine ganz irdische Sache, Geschwätz zu zweien, wie schön es ist, zusammen ins Bett zu gehen, den Regen vor den Fenstern zu hören, sich zu halten. Er zeichnet nur ein paar Striche, grade die Striche, die notwendig sind für die Kontur. Das andere überlässt er seinen Lesern, uns. Nun kommt es darauf an, wie wir zu den Dingen stehen.“
Hans Fallada, Ernest Hemingway oder Woran liegt es? In: Die Literatur 33, September 1931, s. 674.