Mustafa Özel

Tanpınar’ın yalancısıyım, o da kendi roman kahramanının! Mahur Beste’de mûsıkî buruk bir romana dönüşüyor. Mehmet Genç, Osmanlıların “Düşüşü yükselişlerinden muhteşemdi” diyor, Cemil Meriç ekliyordu: hem de “şiirsiz ve şikâyetsiz”. Tanpınar’ı okuduğumuzda, sürecin “şarkılı ve şikâyetli” geçtiğini hissediyoruz. Yazar, romanın orta yerinde unuttuğu kahramanına sonradan gönderdiği mektupta, eski hayatımızın en kuvvetli, hayatı en çok etkileyen yanının mûsıkî olduğunu belirtiyor. “Mûsıkî başka kültürlerde romanın, resmin, tiyatronun iştirakiyle yaptığı tesiri bizde tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle yapıyordu.” Şimdi, unutulmuş kahramanın nazarında yarım bırakılmış da olsa, roman yazıldığına göre, ya mûsıkîmizin başına bir hâl gelmiş, yahut hayatımız bir başka istikamete kaymış olmalı. Heyhat! Terakki uğruna gül ile bülbüle, âb ile mehtâba kıyıldı mı yoksa?

Bu arada sanat işleri de gelişti

Tekke ilahileri, Minakyan tiyatroları,

Bilmemkimin fırçasında

Manolyalar ölmezleşti..

Hele bir Yahya Kemal yetişti ki

Yahya Kemal derim sana!

Tanzimat, Servetifünun, Fecriâti…

O dehşetli yazarlar bir olup

Bunca gerçeği tefe koydular.

Bülbülle mehtabın hakkını,

Heceyle aruzun şerefini korudular.

Bu memleket başka türlü nasıl kalkınsın?

Yaşasın,

Vallah billah yaşasın!

(“Bit Yeniği” / Metin Eloğlu)

Tanpınar’ın ilk romanı, 35 yıl önce “sırf kadın inadını yerine getirmek için” anlamsız bir hastalık bahanesiyle zevcesi Atiye Hanımefendi’nin kendisini terk ettiği Behçet Bey’in sıkıntılı rüyasıyla başlıyor. Başta babası İsmail Molla olmak üzere, “her tarafı sımsıkı kapalı ömrüne” girmiş bir yığın insan, kahramanımıza uykuyu haram ediyor.

Huzursuz Behçet Bey eşya ve kitaplarına gömülü yaşıyor. “Sevdiği kitaplarını oraya, yorganın içinde bir kenara toplar, sonra onlarla beraber, tıpkı oyuncağı ile beraber yatan ve onu kucaklamak için zaman zaman tatlı uykusundan uyanan bir çocuk gibi, onlarla koyun koyuna yatardı.” Etrafındaki çoğu antika eşyaya muamelesi de farklı değildir. “[…] gece oldu mu, mutlak bir ebediyet imanıyla içtimaî mevki fikrini o kadar garip surette birleştiren eski Mısır hükümdarlarının bütün zenginliklerini topladıkları mezarlarında ölüm uykularını uyumaları gibi, o da bu sevdiği eşya arasında, hangi zamanı saydıkları bilinmeyen bir yığın saat tıkırtısı içinde uyuyordu.” Bir firar kapısıydı eşya onun için. Ömrü boyunca hiç kımıldanmadan “kaçmak, gitmek!” istiyordu. Eşya ona hayatın en anlamlı yanını sunuyordu. “Eski saatler bakılması, iyileştirilmesi lâzım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.”

Komşu yalının önünden sandalla geçerken ayağının dibine atılan bir gül “onun için yıllarca devam eden bir iç hayatın başlangıcı olmuştu.” Bitişikteki Necip Paşa Konağı alaturka mûsıkînin merkezlerinden biriydi, bir nevi bediî mektep. Bir medeniyet, mûsıkî vasıtasıyla ayakta durmaya çabalıyordu. “Bu büyük ev, değişen zamanın içinde, tasfiye edilmiş zevk ve âdetiyle, artık son günlerini yaşayan bir ırkın adeta devamı için çalışırdı.” Behçet Bey’in babası İsmail Molla Bey gençliğinde bütün İstanbul’un dinlediği ender insanlardandı. Behçet Bey babasını çok sever, fakat pek az tanırdı. Molla Bey ise, kendisine benzemeyen pısırık oğluna hiç ısınmadı, sevmedi bile. Onu “bir insandan ziyade kendi ördüğü ağa takılmış çırpınan, büyük bir yaralı örümceğe” benzetiyordu.

İstibdatın yıktığı hayat

Bir kahkahanın kahrettiği adamdı Behçet Bey. Müstebit bir hükümdarın, sırf bir şehzadeyi “dessas bir muhterisin” (Ata Molla) damadı yapmamak için, zoraki evlendirdiği kahramanımız, ne fiziği ne de ilgileri bakımından gelin hanıma (Atiye Hanım) uygundu. Bu nispetsizlik gerdek gecesi bir faciaya yol açtı: “Gözlerini yukarıya, genç kadına doğru kaldırdı. Niçin bu kadar uzun boyluydu? Karısının kendisine böyle birbuçuk karış yukarıdan bakmasına lüzum var mıydı? Behçet Bey’i terlere batıran bu düşüncelere Atiye Hanım’ın attığı kahkaha son verdi. Niçin gülmüştü? Bunu genç kadın da bilmiyordu. Belki de ağlayamadığı için gülmüştü.”

Ata Molla’nın kızıydı Atiye Hanım. Babası ihtiyaç yıldızının altında doğmuştu sanki, sürekli para sıkıntısı çekiyordu. Bir sürü malî teşebbüste bulunmuş, hepsinde kaybetmişti. “Buna rağmen ne teşebbüslerini bırakmış ne de babadan gördüğü debdebeli ve zevkli hayatını terk edebilmişti. Birden kazanmak iptilası onu birden kayıplara götürür, fakat hiçbiri cesaretini kırmazdı.” Kafası yeni olan hiçbir fikre açılmadan, onu yaşadığı devrin aleyhine döndürdü. […] Devrine olan düşmanlığı onu ileriye değil, geriye götürdü. “Kafası, tersine işleyen bir saat gibi geçmiş zamanı yaşamaya başladı. […] Yeniçerisiz, ihtilalsiz İstanbul’u beğenmiyordu.”

Atiye’nin hayatı biraz kayınpederi İsmail Molla, biraz da mûsıkî sayesinde şenleniyor. Kocasını adeta unutarak yaşamaya başlıyor. Hikâyeye sığınıyor. “Atiye bu sohbetlerdeki kalabalık içinde, tıpkı bir masal dinliyormuş veya kitap okuyormuş gibi kendisini kaybeder, onların hayatını, talihini benimserdi. Hikâye devam ettikçe çoğu birbirine zıt bir yığın duygunun tesiri altında yüzü, hareketleri değişir, sessizliği, dikkati mânâlaşırdı.” Ablaları kendisini boşanmaya teşvik etseler de Atiye Hanım onlara uymadı. Hayır, İsmail Molla’yı üzemezdi. O kendisine bir akşam “Mahur Beste”nin hikâyesini anlatmıştı.

“Mahur Beste”, Atiye’nin küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in eseriydi. Karısı kendisini terk etmişti. İsmail Molla onlara bu aşk türküsünü okumuş, sonra da Talat Bey’in hikâyesini anlatmıştı. Hiç kimseyi mesut etmeyen, yıkıcı bir kadere benzeyen bu aşk hikâyesinin anlatılmasını önlemek için Behçet Bey elinden geleni yapmıştı çünkü bunun karısına örnek olmasından korkuyordu. Behçet Bey’in o akşamki hâli Atiye’ye öylesine dokundu ki, ondan ayrılmayı kafasından büsbütün çıkardı. “Bu adamı bırakmayacaktı. Sonuna kadar onun yanında, onun karısı olarak kalacaktı.”

Kocasını, beğenebileceği bir hâle sokmanın çarelerine kafa yormaya başladı. “Mademki aşkın kapısı onlara kapalıydı, o halde başka kapıları açmak lazımdı.” Kocasını ihtilalci yapacaktı!..

Unutuldu, birey oldu!

Romanımızı yarıladık sayılır. Fakat hayalî ihtilalcimizi bundan sonra pek az görüyoruz. Onun yerini hakikî ihtilalci Sabri Hoca, Halit Bey, iki molla (İsmail ve Ata), Nuri Bey, Agop Efendi ve Soloski alıyor ve bunların her biri müstakil bir yazıyı hak ediyor. (Kapitalizmin manevi boşluğuna ayna tutan “Agop’un Delik Lirası” yazıldı bile!) Bizi şimdilik ilgilendiren, Behçet Bey’in romanın sonuna kadar niçin unutulmuş olduğudur. Bu garipliğin hikmetine kafa yorarken, birden romanın sonunda yazardan Behçet Bey’e gönderilmiş bir mektupla karşılaşıyoruz. Anlıyoruz ki, unutulmuşluğu nefsine yediremeyen kahramanımız, yazara zehir zemberek bir mektup döşeyip şikâyet etmekte, daha doğrusu hesap sormaktadır. Unamuno’nun Sis romanını çağrıştıran bu etkileyici yüzleşme Müslüman/Osmanlı/Türk bireyinin doğuş serüveninin özeti gibidir. Bir nevi muhtasar modern Tekvîn.


Mahur Beste
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları

Yazar, Behçet Bey’in roman kahramanı olmaktan çıkıp “roman münekkidi” olmasına şaşırmıştır. Cevabından anlıyoruz ki, Behçet Bey çok değiştiğini, adeta bir filozofa döndüğünü yazmış. “Hakkınız var. Kendinizi tanımaya başladınız. Felsefenin değilse bile, hikmetin eşiğinde olduğunuz muhakkak.” Felsefeyi hikmetten üstün tuttuğunu hissettiren yazar, kahramanını kendi üzerinde düşündürmüş olmanın gururunu yaşamaktadır. “Hikâyenizi yazmamış olsaydım hangi vesileyle kendinize bu kadar dikkat edecektiniz?”

Modern bireyin zuhurunda romanın kritik etkisini Tanpınar’dan önce farketmiş kaç Türk vardır? Kapalı dünyasında yaşayan Müslüman/Osmanlı/Türk’ün Aydınlanma’nın yüreğine yolculuğu, kurmaca yani uydurma’sız mümkün olabilir miydi? “Kapalı bir kutuya benzeyen bir hayatınız vardı. O kutuyu ben sizin için açtım. Belki yalnız sizin için… Çünkü başkaları, sizi tanımayanlar orada sadece uydurulmuş bir şey göreceklerdir. Fakat siz…” Evet, modernliğimizin tüm hikâyesi bu fakat siz yarım kalmış cümlesiyle başlatılabilir. Bu yıl Bilim Sanat’taki “Edebî Hakikat” derslerimi bir dua ile açmıştım: “Allah’ım, bizi hakikate yaklaştıracak yalanlar uydurmayı nasip et!” Dua bizi başlıktaki hidayet kelimesine götürse de, yazıyı tıpkı Mahur Beste gibi yarım kalmaktan kurtarmıyor. Kemana bağlı hidayet Ağustos ayına kayıyor…

Arka Kapak dergisi 22. sayı