Mustafa Özel


İktisatçıların okumadığını biliyorum, siyasetçilerin zaten hayatları roman. Bari hukukçular okuyor olsa. Ne gezer! Madde ezberlemekten vakit mi kalıyor? Ah, bilseler Hakikat’e hayalsiz kanat açılamayacağını!

Fetö ihanet şebekesinin orta ve uzun vadede Türk toplumu üzerindeki en yıkıcı etkisi galiba hukuk alanında olacak. Sadece eğitim, emniyet ve yargıda liyakat ilkesini zedeleyen haksız/adaletsiz tasarrufları ile değil; dışarıdan güdümlü darbe girişimleriyle Türk devlet sistemini daha içine kapanık hâle gelmeye zorlamaları yüzünden, “birey”, devlet için daha kolay yutulur bir lokma olacak. Oysa tek tek doğar ve tek tek ölürüz. Dünya devletlerin değil, bireylerin yaşaması içindir. Devletler, bu amaca hizmet ettikleri ölçüde değerlidirler.

Üniversite yıllarındaki hukuk derslerimizde en fazla merakımı çeken, çeşitli ülke anayasalarının dibaceleriydi, yani başlangıç kısımları. Anayasanın (daha doğrusu, anayasayı hazırlayan/hazırlatan iktidar irâdesinin) hayat felsefesini özetleyen bu girişlerin bir kısmı birkaç cümle, pek çoğu da birkaç sayfa idi. Ne kadar uzunsa, anayasa o kadar berbat demekti! Dibacelerin şâhı ise hiç şüphesiz “We, the People…” diye başlayanıydı: “Biz, Birleşik Devletler Halkı, daha mükemmel bir Birlik yaratmak, adaleti sağlamak, ülke içinde huzuru güvence altına almak, ortak savunmayı gerçekleştirmek, genel refahı artırmak ve özgürlüğün nimetlerini kendimize ve gelecek kuşaklara sağlamak için bu Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nı takdir ve tesis ediyoruz.” Türkçesi 41, İngilizce orijinali 52 kelime.

Buna karşılık bizim 1982’den bu yana değişmeden gelen ve son zamanlardaki bazı yasal düzenlemelerle daha da koruma altına alınan 254 kelimelik anayasa dibacemiz şöyle başlıyor: “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde…” Bakın 59 kelimeyi bulduk, daha ortada insan yok. Varlığı teminat altına alınacak, refah ve mutluluğa kavuşturulacak olan birey değil, devlet! Üzülmeyin gene de, beterin beteri var: Mevcut Suriye anayasasının dibacesi tam 548 kelime ve şöyle başlıyor: “İnsanoğlunun mirasının bir parçası olan Arap uygarlığı uzun tarihi boyunca, iradesini kıracak ve onu sömürgeci boyunduruğu altına alacak büyük meydan okumalarla yüzyüze kaldı; fakat o daima, medeniyet kurucu rolünü gerçekleştirirken kullandığı yaratıcı yetenekleri sayesinde ayağa kalkmasını bildi. Suriye Arap Cumhuriyeti, Arap kimliğiyle ve halkının Arap ulusunun bir parçası olduğu gerçeğiyle gurur duymaktadır. …”

Bundan çeyrek yüzyıl önce yayınlanan Amerikan Yüzyılının Sonu başlıklı bir kitabın yazarı olarak Amerikan sistemine güzelleme niyeti taşımayacağımı takdir edersiniz. Nitekim, aşağıda ele alacağım “İngiltere’ye dair Amerikan romanı” Billy Budd bize Amerikan sisteminin de sınırlarını gösterecek. Fakat doğruya doğru: Şu kısacık ABD anayasası dibacesinde öncelikle birlik, adalet, huzur, savunma, refah ve özgürlük dile getiriliyor ve bunların tümünde önceliğin insan tekinde olduğu hissettiriliyor. Bizim anayasamızda ise insanın yerini vatan, millet, devlet, önder alıyor; sonra daha da soyut ‘varlıklar’ insanın önüne geçiyor: inkilap ilkeleri, çağdaş uygarlık düzeyi… Suriye anayasının dibacesinde ise Arap uygarlığının mucizelerinden ülke yurttaşının varlığına sıra bile gelmiyor. Dibacede insan yok, kelam çok. Bizim en iyi anayasamız ise galiba 1924’te hazırlanan, çünkü dibacesi yok!

Edebiyatta Hukuk

Anayasa dibacelerini hukuk, tarih, din, iktisat, siyaset ve felsefe yönünden irdeleyen kitaplar var mı, bilmiyorum. Gözüme çarpmadı pek. Bence Birleşmiş Milletler’de her devlet diğerine şöyle deme hakkına sahiptir: Bana anayasa dibaceni göster, sana kim olduğunu söyleyeyim! Okuduğum romanlarda siyasî/iktisadî konulara öncelik versem de, hukukî meselelere epey atıf olduğu gözümden kaçmıyor. Balzac o realist gözlemlerini bir hukuk bürosu çalışanı olmasına borçludur. Melville bir hukuk dehası. Tolstoy neredeyse hukukçu bir filozof. Fakat izninizle bir şaire öncelik vereyim, Kanun’u Aşk’a benzeten ve bizi her ikisine de sadakatsiz bulan W. H. Auden’e. Çalakalem çevirime buyurun:

Bahçıvanlar der ki

Kanun güneş gibidir,

Yarın, dün ve bugün

Hepsinin boyun eğdiği şeydir.

Yatalak dedeler mırıldanır

Kanun, eskilerin hikmetidir diye.

Torunların dili zehir saçar:

Gençlerin duygularıdır diye.

Kanun, der Papaz Efendi, bilgiç bilgiç

Kendisini hiç takmayan cemaate

Vaaz kitabımdaki sözlerdir kanun

Mihrabım ve minberim.

Burnunun üstünden bakaduran Yargıç,

Net ve şiddetli bir ses tonuyla:

“Daha önce de söylediğim gibi,

Ne olduğunu biliyorsunuz kanunun

Bi daha izah edeyim haydi:

Kanun, Kanundur yani.”

Kanundan sakınan bilginler

Kanun ne yanlış ne de doğrudur diye yazar

Belirli yer ve zamanlarda

Cezası kesilen suçlardır kanun.

İnsanların giydiği libaslardır

Herhangi bir zaman ve mekanda

Günaydın ve İyi Gecelerdir kanun

Başkaları, Kanun Kaderdir der

Kanun Devlettir, der Başkaları

Başkaları der, Başkaları der ki

Kanun yok artık

Sırra kadem bastı.

Ve her zaman sesigür öfkeli kalabalık,

Çok kızgın ve bağırarak

Kanun Biziz der

Ve her zaman yumuşak ahmak

Kalırım Ben.

Azizim, biliyorsak bir şeyler

Onlardan daha fazla bilemeyiz

Kanuna dair

Ne yapmalı, ne yapmamalıyız?

Memnun yahut ıkına sıkına

Kanunu başka bir kelimeyle izah

Onu elden kaçırmak gibi birşey.

Aşk gibidir Kanun galiba:

Aşk gibi, nerden nasıl gelir, bilmeyiz

Aşk gibi zorlayamaz

Ve ondan kaçamayız

Aşk gibi tıpkı,

Çoğu zaman gözyaşıyla sularız

Aşk gibi tıpkı,

Nadiren sadakatle uyarız.

Melville’in Hz. İsa’sı

Billy Budd, isminin de çağrıştırdığı üzere, çarmıha gerilen “Bill of Rights” (Haklar Bildirgesi). Tepelenen masumiyet. Merhamet sahibi “iyi” insanların, suçsuz olduğunu bile bile, kamu çıkarı adına ölüme gönderdiği bir 19. asır İsa’sı.

Herman Melville, mesleğine ve gençlik düşlerine ihanet etmeyen büyük bir kurgu ustası. Moby Dick (1851), henüz varolmayan Amerikan çokuluslu şirketlerinin (MNCs) geleceğini; son eseri Billy Budd (1891) ise, uluslararası sistemde ayak sesleri henüz işitilmeye başlanmış olan Amerikan Devleti’nin hazin sonunu, yani Haklar Bildirgesi’nde ve Anayasa’sında işaret edilen insan haklarına nihaî ihanetini!, haber veren bir kehanet romanı. Derviş dostlarım alınmazsa, keramet romanı diyeceğim. Modern devletin hak/hukuk hususunda sınırlarını gösteren hayalî bir Hakikatnâme. Yahut, edebî hakikatın, ilahî hakikate göz kırptığı bir hayalnâme.

Melville’i derslerimde talebelerime anlatırken, şöyle Türkleştiriyorum: Esaret dahil büyük sıkıntılarla geçen denizcilik yıllarında, yazarlık yeteneğini keşfetti ve art arda yayınladığı iki uzun öykü ile (Type 1846, Omoo 1847) Babıâli’de şöhret basamaklarını tırmanmaya başladı. Geçinebilmek için Deniz Kuvvetleri’ne girdiyse de, ne Ergenekon’cularla anlaşabildi, ne Fetö’cülerle. Donanma’dan atıldı. Bir yargıcın kızıyla evlenip Urfa’da çiftçilikle uğraşmaya başladı; fakat 47 yaşında tekrar İstanbul’a döndü. Boğulacaksa, büyük denizde boğulmalıydı. Haydarpaşa limanında, asgari ücretli basit bir gümrük memurluğuna fit oldu. Bir ara, dehasına hayran olduğu şöhretli dostu Yaşar Kemal’e (Nathaniel Hawthorne) derdini açtı: Gümrükte o kadar yoruluyorum ki, akşam yazmaya mecalim kalmıyor. Nobel adayımız onu hemen amiral gemimize götürüp, Ertuğrul Özkök ile tanıştırdı. Melville’in egzotik romanlarına zaten bayılan Özkök, hemen teklifte bulundu: Bizim haftasonu Kelebek ilavemize hafif magazin yazıları yaz, ayda 10 kâğıt verelim; toplamda 1-2 gün bizim için çalışır, geri kalan zamanda da romanlarını yazarsın. Büyük cömertlik doğrusu, daha ne olsun? Melville oradan sevinç içinde ayrılmış olsa da, ertesi gün üzüntü içinde Yaşar Kemal’e gidip, teklifi geri çevireceğini söyler: “Ben bir kere magazin yazısı yazmaya başlarsam, bir daha büyük roman yazamam!”

Billy Budd, Melville’in yazdığı büyük romanların sonuncusu. Erkek güzeli, gemi tayfasınca Levent Oğlan diye çağrılan Billy, İnsan Hakları adlı ticaret gemisinde çalışmaktadır. İngiliz Devleti, kaptan ve tayfalar tarafından çılgınca sevilen bu gök gözlü delikanlıya cebren el koyar ve bir askerî geminin (Indomitable, Yenilmez!) mürettebatına katar. Orada da candan çalışmasıyla kendini herkese sevdirir ama, kıskanç bir amirin iftirasına uğramaktan kurtulamaz. Masumiyeti biline biline, “Devletin âli menfaatleri” uğruna dâr ağacına yollanır. Melville’e göre, modern devlet işte böyle bir insan hakları cellâdıdır. Billy’nin hazin ve öğretici öyküsünün tahlili gelecek aya kaldı… 

Arka Kapak dergisi 24. sayı