Taner Afşar

Masumiyetin aydınlık dünyasının içinde tahtı olanlar dedin mi aklına Gökhan Özcan gelmeli. Yaşamı kendi dünyasından seyreden insanları, eşyaları vardır Özcan’ın. Bu seyredişler kimi zaman sessizcedir kimi zamansa gürültülü. Masumiyetin rengi ne diye sorsalar cevabınız ne olurdu? Siyah, beyaz, gri, kızıl… Hiç şüphe yok ki masumiyetin en iyi renklerini ve tonlarını Özcan’ın o gizemli dokunuşlarında yakalayabiliriz.


Hiçbişey
Gökhan Özcan
Vadi Yayınları

hiçbişey.” Gökhan Özcan okurlarının aşina olduğu ve yine Özcan’ın okurları tarafından artık neredeyse klasikleştirilen bir eser. İlk yayın yılının üzerinden yirmi beş yıl geçse de hala kendinden bahsettiren eser, sayfalarını size sunmadan önce daha kapak tasarımıyla davetkâr bir bakış atıyor. Bu kadar çok rengin, öğenin, anlatılmak istenenin zorla insanların ilgisine sunulduğu dünyada sade kapak tasarımı ve sade başlığı ile ilk anda dikkatleri çekiyor. Kitap başlığının baş harfinin küçük, tek kelime ve sonunda nokta olması yazarın anlatacağı çok şeyi olduğunun göstergesi gibi.

Masumiyet modern zamanlarda bir yasak meyve, Gökhan Özcan modern zamanların haram kıldığı yasak meyveye uzanma günahını hiçbişey. kitabındaki öyküler ile işleyen bir yazar! Gökhan Özcan son dönem modern edebiyatımızın en ilginç isimlerinden birisi. Onu ilginç kılan ise içinde bulunduğu dönemin edebi tarzında yazmamasıdır; zaman ve mekân tanımaz. hiçbişey.’de zaman ve mekân aktarması yapmamıştır; çünkü derdi anlatmak değildir; nitekim anlatılan şey unutulabilir. Özcan öyküleriyle bir şeyleri okuyucuda hissettirmeye çalışmış. Sizi kurguya hapsetmemiş, hatta yer yer kendinizi yazarla birlikte kurguyu hazırlarken bile bulabilirsiniz.

Kahramalarınının kah ceket cebi kah doğmamış bir çocuk kah sağ ayak baş parmağı olduğu birbirinden ilginç yirmi üç kısa öyküden müteşekkil bir kitap var elimizde. Yeterince yorulmuş olsa gerek ki yazar, kimseleri yormamaya söz vermiş gibi yazmış öykülerini. Sadeliği basitliğe kurban etmeden dokumuş metinlerini. Çoğu öyküsünde kahramanları kendi kendine konuşturmuş ve size de sorular sordurmuş yazar. Soru sorma alanı açarak sizi esere davet etmiş bir nevi.

Öyküleri okurken kahramanları tanımaya çalışırız, sonra tanımanın anlamsızlığına ikna olur sadece anlamaya başlarız. Saygı da duyarız bu yaklaşıma, çünkü okuru ile göz teması kurduğu bir diyalogdur onunkisi. Gökhan Özcan’ın kişisel hassasiyetlerinin ve yaşamının iz düşümlerini de bulabiliriz hiçbişey. de. Ruhunun sancısını dinleyip kahramanları üzerinden okuyucuya aktarmasını hikâyeleştirilmiş formda görsek de hissederiz, biz de onunla dertleniriz. Kendi ruhunu boy aynasında gözlemleriz. Birde bakmışsınız ki kitaptaki çoğu hikâyesinin sonunda hüzün yükünü yazarla omuzlanıvermişiniz.

Öykülerinde; garip bir vehime kapılıyorsunuz. Kendinizi: “Acaba Gökhan Özcan’da da bir “olric”i var da onunla yaptığı sohbete bizi şahit mi tutuyor?” demekten alıkoyamıyorsunuz. Ya da her bir okuyucusu Özcan’ın birer “olric”i midir diye soruyorsunuz. Bunun kararını şüphesiz hiçbir zaman net olarak veremeyeceğiz; ancak Özcan’ın satırlarında hissettiğiniz samimiyet bu kararı doğru vermenizde birinci dereceden ilgilidir.

Bitmek bilmez dünya işlerinin arasında sakin bir sığınak, huzurlu bir mabed, şırıldayan bir suyun ferahlığıdır Özcan’ın satırları. Öykülerini, satırlarını okuyun diye de yazmaz Özcan; satırları adımlarsınız; kelimelerle tek tek tanışırsınız. Özcan edebiyatıyla kimliğini yitirmeye yüz tutmuş, insan olmaktan ziyade beşer olarak yaşayan kurnaz bir kimliğe bürünenlere dahi köklerindeki özü, masumiyeti, sevgiyi hatırlatacak kadar güçlüdür. O yazarken bulutsuz bir gökyüzünden kalbimize incecikten bir yağmur çiseler. 

Arka Kapak dergisi 8. sayı