Onur Caymaz

Elimde on beş sene öncesine ait bir fotoğraf var. Hakan Savlı, Erdal Alova, Cevat Çapan, ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Müslim Çelik ve Turgay Fişekçi… Şimdi kafe olan o eski Adam Sanat binasındaki, dördüncü kattaki odadalar. Ortalarında Yaşar Kemal var; usta, Cevat hocanın masasına kurulmuş, o masa özeldir. Arkada kitaplık… Ne hazineler, neler vardı orada. Bir gün olsun çalmaya cesaret edemedim. Fotoğrafta, yüzlerine akşam ışığı vurmuş şairler, ustayı aralarına almış; Adam Sanat dergisini bağlamışlar, birazdan “Yaşar abi” hepsini içmeye götürecek. Hem de öyle ucuzundan falan değil, kallavi bir yere, Hacı Baba’ya… Zira telif almıştır. O yıllarda kitapları Adam Yayınları tarafından basılıyordu. Yaşım yirmi iki. Adam Sanat’ta ilk şiirim yayınlanmış, Savlı beni tanışmaya çağırmıştı. Ara sıra da dergiye gidip geliyordum.

Bir ilkyaz günüydü. İkişer ikişer, hızla çıktım merdivenleri… Derginin yeni sayısının eskizlerine bakacak, biraz vakit geçirecektim. Fişekçi, Yaşar Kemal’in el yazılarını bilgisayarda dizmiş, kontrol ediyordu. Beni görünce “yarım saat bir işim var, gidip geleceğim, burada kalsana, büro boş durmasın” dedi. Tamam, canıma minnet, yeni sayıdaki şiirleri karıştırırdım, daha ne ister insan! Çıktı gitti. O gün akşamüstü, annemle SSK Okmeydanı hastanesinde buluşacaktık. Babamın tahlil sonuçları açıklanacaktı.

O sırada telefon çaldı. Güvenlik arıyordu, Yaşar Kemal geliyor abi demişti görevli. Peki deyip kapattım telefonu. Yirmi iki yaşım… Ne yapacağımı bilememiş, elim ayağıma dolanmıştı bir an. Saçma ama gel gör ki ilk aklıma gelen şey, bu koca dev, romanları hakkında bana soru sorarsa ne yapacağım olmuştu. Sanki sınavdayız! Kapının ucunda bekliyordum. Birinci kattaydı, geliyordu işte!

Gençliğinde yutarcasına okumuş bir adamdı bu gelen. On yedisinde İlyada… Pamuk tarlalarında ırgatlık, sonra su bekçiliği… Ortaokuldan matematik yüzünden ayrılmış, daha çok okuma olanağı bulabilmek için Adana’da, Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde hademelik yapmaya başlamıştı. Daha çok okumanın en güzel yoluydu bu. Kütüphanede, hademelik yapmakla kalmıyor, orada yatıp kalkıyordu. Kütüphanede müdür varsa da pek uğramadığı için yirmi bin cilt kitabın arasında, sayfaların gölgesinde yapayalnız kalıyordu. Yalnız İlyada değildi tabii okuduğu; Çehov, Dostoyevski, Stendhal, Sait Faik (tevekkeli değil, çok sever Faik’i, bir söyleşinde onun yazdıklarını okumak başlı başına bir mutluluktur diyecektir) ve daha niceleriyle buluşuyor. Faulkner daha sonradır. Onu, çok sevgili eşi Tilda, orijinal dilinden satır satır çevirerek okuyacaktır daha sonra Kemal’e…

İkinci katı çıkıyordu asansör. 9, 10 yaşlarından başlayarak bir halk şairi geliyordu: Âşık Kemal. O zamanlar köy köy dolaşan destan anlatıcıları varmış. Aynı destanı herkes başka başka anlatıyormuş. Bu çocuksa Köroğlu ile ünlenmiş. Ayağına kara şalvar giyip eline bastonunu alıyor, belini büküp dolaşarak anlatıyormuş (dik durursan inandırıcı olmaz der). Destanı anlattıktan sonra cebinden sarı defterini (daha sonra Alpay Kabacalı yayına hazırlayacak bu defteri) çıkarıp ben ağıt topluyorum diyormuş. Analar, bacılar da başına üşüşüp yazdırıyormuş ağıtlarını. Yıllarca… Bıkıp usanmadan ve Mehmet Sadık Göğçeli’yi, Yaşar Kemal yapanlardan biri daha, Tilda dışındaki diğer kahraman: Abidin Dino. Günün birinde bu türküleri Dino’nun önüne atıyor, buruşuk kâğıtlar. Abidin Dino’nun tepkisi: “Her söz akıllara durgunluk veriyor, dehşetli acı, dehşetli güzel…” Halk şairi, destancı, ağıt toplayıcısı Âşık Kemal daha sonra Pertev Naili Boratav, Ahmet Kutsi Tecer, Nurullah Ataç ile mektuplaşmaya başlıyor. Yaşı on sekizdir. Ameledir…

Asansörün ışığı koridorun karanlığına ulaşacak birazdan, üçüncü katta. Bana hep şunu anlattı bu büyük adam: Çırağı, amelesi olmadığın bir hayatın ustası da olunamazdı. Âşık Kemal, devletin elinden sadece derlediği ağıtları kurtarabilir. Bunun dışında her şey toplanıp alınır. Ama umut işte. Bir umuttur hep çalışkanlığı. Umut… Ülkü dergisinde, 1943 yılında yazdığı sıralarda, ümit kelimesini ilk defa Adana’dan duyduğu ve bildiği şekliyle “umut” diye kullanıp Türkçeye kazandıran yazar.

Koridorda görünmüştü işte. Çocuk başınaydım. Televizyonda katıldığı bir programda, sunucuya, ben Adana’daki bütün evleri tek tek dolaştım demişti. Bu söz üzerine sunucu “yapmayın canım, olur mu öyle şey” gibi bir çıkışta bulununca şöyle cevap vermişti Kemal: “Doğru söylüyorum, iki sene tüpçülük yaptım.” Gezginlik, dervişlik, âşık, ırgat, bekçi, arzuhalci, öğretmen.

Okumayı sevmenin yazarıdır Yaşar Kemal. Okuma ve yaşama aşkının. Onun yazdıklarını “çok betimleme var” şeklinde özetleyenler, aslında sevmez okumayı. Bakın o nasıl özetliyor kitaplarını, sanatını: “Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine: Halk ve doğa.. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığıyla birlik olarak onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi; halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım…” Budur Kemal. Yüzlerce sayfalık romanları alın; içinden öylesine bir bölüm seçin; insanın, ezilenin “umut”un, doğanın olmadığı tek yer bulamazsınız.

Hakkında ne desek azdır fakat biri çok önemli. Yaşar Kemal’e altmışlarda CIA tarafından bir teklif yapılır. Bunu ABD’nin en eski haftalık politik dergisi Nation’dan Marc Edward Hoffman’a açıklar üstat: CIA’ye çalışan bir arkadaşı, İşçi Partisi’nden ayrıl, kitapların ADB’de popüler olsun demiştir. Ustanın cevabı net olacaktır: “Or.. ço.. beni Amerikan parasıyla satın mı almaya çalışıyorsun, si.. git!”

Çünkü Kemal’in asıl varmak isteği yer ıssızlıktır, ABD, ün, ödül, şu, bu değil. Âşık Veysel’i görmeye gitmek, onun oralarda olmak yetmektedir ona. Çağdaş Gazeteciler Derneği Onur Ödülü’ne layık görüldüğü vakit şunları yazacaktır: “1952 yılının son günlerinde Âşık Veysel’i görmeye gitmiştim, köyüne. Tam dönecekken büyük bir deprem haberi geldi, 3 Ocak 1952, Erzurum, Hasankale yerle bir olmuş. Yakında olduğum için ilk giden gazeteci ben oldum. Çok büyük acılar yaşanıyordu. Depremden sağ çıkanlar eksi otuz derecede incecik çadırlarda yaşam savaşı verirken çoğu keşke ölseydik, bu halimizden daha iyi olurdu diyordu. Taş kesilmiş insanlar, donmuş toprak, gömülemeyen ölüler ve bilen bilir anlatılmaz bir koku… Bir arkadaşla birlikte dolaşıyorduk. Bir donmuş bebek gördük, yaşıyor gibiydi. Ben röportajları aktarıyorum telefonla, gazete filan gördüğümüz yok. Günler sonra elimize gazete geçti, benim röportajda o bebeği anlatmışım. Okurken önce arkadaşım ağlamaya başladı, sonra ben… O gün bir kez daha anladım sözün gücünü.” Sözün gücü.

Hibe edilen paranın değil, sözün gücüdür Yaşar Kemal. Belki de bu yüzden Fransa’da yayımlanan edebiyat dergisi Lire’nin son sayısında Andre Clavel “bugün 87 yaşında, Türkiye’nin düşlerini ve yaralarını temsil eden, başlı başına bir mit, hem Homeros hem Robin Hood, destanların yılmaz atı üstünde yalaz efsaneleri mahmuzlayan yorulmaz halk kahramanı,” diye tanımlar onu.

Odaya varıyor sonunda. Hoş geldiniz hocam diyorum. Omzuma dokunuyor, sağ ol evlat. Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi’ydi o… En çok Nobel alamayan, kalbimizin Nobel ödülü sahibi. Bizim Cervantes’imiz, Stendhal’imiz, Tolstoy’umuz… Toz parçasıydı, bir kristaldi. Sen diyor nerelisin bakayım. Arnavut’um hocam diyorum. Severim Arnavutları diye kaş çatıyor. Sait’i sever misin de hele! Çok severim hocam, çok. Ayağa kalkıp bir halk şiiri okuyor bana, bir müsamerede sanki: “Mahpusun içinde üç ağaç incir.” Hapse girdin mi hiç sen diyor. Yok hocam. Dünyanın yazıya en uygun dili Türkçe ve Farsçadır bilir misin diyor. Öyle anlatıyor hep. Bir dünya ışıyor yanımda.

Akşamüstü hastanede, babamın kanser olduğunu öğreniyorum. Son evre. Yaz sonunda ölecek. Bir dünya ışımıştı yanımda, bir diğeri kararıyor. Babam, Yaşar usta, ben, buluşuyoruz bir yerde.

yasark-kemal-2