Gülnaz Eliaçık Yıldız

“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün içilmezse 3 saat.”

Başlangıçta kimse yoktu, hiçbir şey soğuk da değildi, güneş öyle yakıcıydı ki hayat suyun içine saklandı. Ne zaman ki ilk nefes güneşe üfledi, yaşam suyun içinden çıkıp bir şezlonga uzandı. Âdem’le Havva dişledikleri elmanın tadı damağında, yıllarca birbirini aradı durdu peki sonunda ne mi oldu; olacakların, olmuşların, olması muhtemel olanların rüyasını görecek insanlar dünyaya dağıldı. Hırs gökyüzünde kara bir bulut, akıl yeryüzünde kibirli bir dev olarak peyda oldu. İnsanların gölgesi düştü üzerlerine, gölge boyu uzun olan sakladı hırsını da kibrini de, saflığını da, zekâsını da. Ne zaman ki hırs döşeğinde uykuya daldı insanlar, işte o zaman ateşin rüyasında olan canavar uykusunu delip pençesini geçirdi etrafındaki herkese. Kimse kurtulamadı kendine palavradan destan yazan iki kişi dışında!

İhsan Okay Anar’ın çarpıcı üslubuyla kurguladığı Abdülhamit dönemindeki tahtelbahirden geriye iki kişi kaldı gerçekten de; âleme ibret olsun diye mi, yoksa olanların gün yüzüne çıkma isteğine araç olmaları için mi bilinmez. Olanların tellallığını yapacak birileri hep bulunur dünya denen yuvarlağın üzerinde.

Yazar sekiz yıl evvel yayımladığı son romanı Galiz Kahramandan sonra bir daha roman yazmayacağını şu sözlerle açıklamıştı: “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim. Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir. Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Burada yazı yazarın peşini bırakır mı sorusu aklıma gelse de bu başka bir yazının konusu olarak kalacak çünkü Anar’ın söylediklerinde benim asıl odaklandığım nokta “Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim.” sözleri oldu. Sekizinci kitabı Tiamat Şubat 2022’de raflardaki yerini aldı. Anar her ne kadar bir daha yazmama sözünü tutamasa da başka bir türde yazma kehanetini gerçekleştirmiş görünüyor.

Tiamat kimileri için bir zombi romanı, kimilerine göre bir denizaltı bana göre ise kesinlikle korku-gerilim-aksiyon türünde bir roman. Anar Türk edebiyatının kör noktalarına bu romanıyla atış yapmış. Yazarın tek mekân kullanımı, tamamen kapalı bir alanın tercihi okurlarını klostrofobileriyle karşı karşıya getiriyor. Okurken bulunduğunuz yerin camlarını açmak suretiyle yer yer hava almak istiyorsunuz.

İhsan Oktay Anar’ın felsefeci olduğunu okurları çok iyi bilir, öyle ki kaleme aldığı tüm eserlerinde felsefenin ayak izlerini görmek mümkündür. Anar’ın büyülü imgelem dünyası bu eserinde okurunu birçok şeyin peşine düşürüyor. Kendini okuturken okurunu sürekli öğreneceği bir şeylerin ardında koşturan bir kitap Tiamat. Bazen mitolojik bir tanrıçanın peşine düşüyor, kimi zaman bilim tarihine uzanıyor, bazen de inanç bağlamında kurgulanan paragrafların peşinde geziniyorsunuz. Mors alfabesinin, demirin, tahtanın, eserin anlatıldığı dönemdeki teknolojinin bilgileri Tiamat’ta yazarın ne yapmaya çalıştığı ile ilgili ipuçları veriyor.

Denizin altında zengin olma hayaliyle, ellerinde bir sandıkla sıkışıp kalan mürettebatın ahvali ast üst ilişkileri noktasında incelikle anlatılıyor. Buradan yukarıda olanların aslında sürekli zıpladıkları için arada başlarının göründüğüne ikna ediyor yazar bizi. Günümüz görünürlük çağı için de bu zıplamak meselesi aynı değil mi sahi? Ha tahtelbahirde sürekli zıplayan kumandan, ha sosyal medyada birkaç beğeni ve takipçi adına hoplayıp zıplayan insanlar.

Anar’ın denizcilik terminolojisi noktasında çok iyi çalıştığı ya da profesyonel bir yardım aldığı muhakkak. Kitabül Hiyel ve Amat kitabı için de bu durum geçerli olsa da kitaplar arasında pek bir benzerlik yok,  mürettebatın başına gelen garip olaylar dışında. İlk seksen sayfa terminoloji nedeniyle yokuş yukarı tırmanış gerektiriyor, ancak sonrası gerçek bir roman okumanın verdiği hazla yorgunluğu unutturuyor.

Türk okurları klasik olarak sevdiği yazarların son çıkan kitaplarını hep en sevdikleri kitapla karşılaştırır. Tiamat hemen Puslu Kıtalar Atlası’nın önüne atılıveriyor. Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünmeden edemiyorum, okur elbette tadı damağında kalan lezzeti arıyor ancak araya giren yıllar, yazarın değişimi, hesaba katılmadan yapılan değerlendirmeler yavan ekmek gibi okuru susatıp duruyor sadece. Belki de ikisi arasındaki tek bağlantı Puslu Kıtalar Atlasının meşhur “Uzun İhsan Efendi”sinin bu kitapta olmaması. Uzun İhsan Efendi yazarla da özdeşleşen bir karakter olarak Anar’ın Tiamat dışında yazdığı bütün eserlerinde görülmüştü.

Tiamat bilim kurgu, korku, aksiyon-gerilim, fantastik gibi birçok tür üzerinden okunmaya müsait bir roman. Bu yazarın koşulsuz bir başarısı bence, birçok türü yüz elli altı sayfalık kısacık bir romanda toplamak kolay bir iş değil. Özellikle roman boyunca şunu düşünmeden edemedim; şayet hakikaten 1915 yılında olsaydık, Osmanlı yazınında bilim kurgu örneği olarak okunacak ve hiç de garipsenmeyecek bir kitap olabilirdi Tiamat.

Kitap alt metin açısından da göndermeler cenneti olarak karşımızda. Evvela isminden başlarsak Tiamat tahtelbahirin çağrı kodu, T1AMAT şeklinde yer alıyor kitapta.  Kelime anlamı açısından mitolojide deniz tanrıçası olarak geçiyor ve ne tesadüf ki bu tanrıça ilk kaostan sorumlu. Söz konusu tahtelbahirin mürettebatı da batırdıkları şilepten buldukları sandukayla birlikte büyük bir kaosa sürükleniyor. Burada insanın aklına dünyadaki ilk kaos geliyor, Habil ve Kabil arasında olanlar yani. Anar’ın yaradılış ve varlık noktasındaki mesajları kitabın bütününde yer yer karşımıza çıkıyor. İnsanın yaradılışı ve en çok da yeryüzüne inişi bir kaosun sonucudur, tahtelbahir de romanda kuvvetle ihtimal dünyanın kendisini temsil ediyor, mürettebat ise bütün insanlığı.

Bu sonuca kitabı hiç okumadan Ali Yaycıoğlu’nun Osmanlı tuğrası içine yerleştirdiği gemi ve mürettabından mülhem kapak resminden varmak mümkündür. İnsan dünyada sıkışıp kalmıştır ve gerçek hayatta birden fazla sanduka ve canavar vardır. Bugün günlük hayatımızda üzerimize salyalarını akıtarak kafamıza çiviler fırlatan canavarları saysak listeye hangileri girerdi; ırkçılık, kapitalizm, mobingler, aile baskıları, el âlem canavarı, başarı putları, kariyer planları… Liste böyle uzayıp gider muhtemelen.

Anar’ın tahtelbahirin içine sıkıştırdığı mürettebattaki tipler toplumu aynalar. Osmanlı’nın erkek egemen dünyası da romanda çıplak bir kadın gibi karşımızdadır. Mesela aşçı olan Karagümrük neden sıskadır, yemediğini yedirerek o büyük günaha teşne bir tip midir? Kumandanın sağ kolu Mülazım, üst ast hiyerarşisine fazlası ile maruz kalırken mış gibi yapması kaçınılmaz mıdır? Sonra Parlakçı’nın ya da Baltanur’un kusurları neydi? Gemiyi günahkâr bir mürettebatın doldurduğunu düşünürken karakterlerin hepsi için ayrı ayrı sorular sormak mümkün elbet.

Metinlerarasılık anlamında zengin bir roman denilebilir Tiamat için yine. Her ne kadar Babil Yaratılış Destanı ile birebir ilgili olmasa da romanda mürettebatın sonunu getiren yedi çivi ile destandaki yedi tablet benzerliği dikkat çekicidir. Bu kısa romanda Anar, diğer eserlerinde olduğu gibi dini sorgulamaları, aklın sınırlarını, korkuyu, ölümü aralara yerleştirmek suretiyle irdeler sürekli.

Son olarak bu zengin ama kısa metinin sinematografik açıdan zenginliği eminim dikkatli okurun gözünden kaçmaz.

Anar ile daha önce tanışmamış olanların bu kitapla başlaması muhtemelen pek doğru bir seçim olmayacaktır; ancak dikkatli okur nezdinde postmodern romanın en iyi örneklerini veren Anar’ın zengin hayal dünyası ve birikimini aktaracağı nice romanlar yazacağını umarak şöyle bitirmek istiyorum:

İnsan kendi karanlığının gölgesinde yürürken kendini kör sanıyor. Gün gelip karanlık bittiğinde bizi birilerine anlatacak birkaç mürettebatı sağ bırakmamız lazım. Anar, “Akıl bize korkmayı öğretir.” diyordu Tiamat’ta. Doğru ama eksik sanki. Akıl korkarken kalp üstüne üstüne yürür bütün gölgelerin. Bu yüzden başlangıçta her şey sıcak, dolu ve anlamlıydı çünkü insan bir mana üzere yaratıldı. Sona yaklaştıkça kendimiz hakkında öyle çok bilgi verir olduk ki etrafa mana denizinde buharlaştık ve kara deliklerin sahibi olduk. Kör zekâların ışıldayan gözleri beyaz kuğuların tüylerini yolarken siyah kuğulara kadeh kaldırdı. Akıl tutuldu, göz kapandı, gemi battı.