Onur Caymaz

Kim Ataç? İnsanlar içinde bir insan…. Orhan Kemal, 1957 yılında bir yazısında şöyle diyor, bu tuhaf, çocuksu adamın ölümünün ardından: “Dün gece, kafayı bir güzel çekerken –evde kendi kendime- acı haber geldi: Ataç ölmüş! Nasıl üzüldüm tasavvur edemezsin. Meğer ne kadar severmişim onu! Oysa hiç sanmazdım bu kadar sevdiğimi…” Ekliyor sonra: “Peki ama şimdi kime kızacağız? Kimin arkasından atıp tutacağız? Kızdırmak için kimi iğneleyip vereceği cevapları merakla bekleyeceğiz…”

Ölümün ardından söylenmiş bu sözlerden bir şeyler çıkarmak mümkün. Önce cenazesine gidelim. Hep, her zaman olay olmuş adam Ataç. Daha mezarı başında bile övmeler, yermeler gündemde. Ankara’da kalan bütün Türk Dil Kurumu üyeleri oradadır. Prof. Nafiz Uzluk, ölünün ardından hemen, daha gömülür gömülmez, “aşırıya kaçmış bir insan olduğunu” söylüyor. Kızı Meral Tolluoğlu, Babam Nurullah Ataç adlı kitabında yazar. Yanına tam o sırada ağlamaklı biri gelmiş. Önce tanımıyor Meral hanım, derken adam, küçük hanım, küçük hanım diye sesleniyor: Çocukluk yıllarından biridir gelen; Sakarya Caddesi’nin meşhur ciğercisi Ethem Efendi. Ataç’ın öldüğünü okumuş gazetede, çıkıp gelmiş. Kedisine ciğer almak için saatlerce sırada bekleyen bu adamı unutmamış. Zaten Yalçın Küçük de Ataç’ı “kediler dünyasından bir adam” olarak tanımlar.

Bir fotoğrafını hatırlıyorum. İki parmağında birer yüzük… Dikkatimi çekmişti hemen. İki alyans. Ne olduğunu önce anlamamıştım. Babam Nurullah Ataç’ı okuyunca anladım. Ölen karısının parmağından evlilik yüzüğünü çıkarıp serçe parmağına takmış Ataç. Aynı gün, eşinin ardından kendi kendine söylenmiş: “Ben senin ölümüne ancak iki yıl dayanırım hanımcığım…” 19 Mayıs 1955’ten, 17 Mayıs 1957’ye… Dediği, söz verdiği, umduğu gibi ölmüş. İki yıldan sadece iki gün eksik. Hatta, ölümünden birkaç gün önce “İstanbul’daki TDK toplantısına da katılamayacağım belli, hastayım ben, cumaya ölürüm” diyesiymiş. Bir de ricada bulunmuş: “Yalnız ben öldüğümde toplantıda olursanız, Dilaçar Bey sizi saygı duruşuna çağırır, Salah Birsel ile Behçet Kemal Çağlar dışarı çıksın, onlar durmasın!” Dilaçar Bey parantezi açmak zorundayım. Adındaki A, Agop olduğu için hep Dilaçar diye anılan Agop Dilaçar bu… Başka bir yazı konusudur.

Tam Orhan Kemal’in dediği cinsten, “cins” bir adam işte. Karısı öldüğünde aylarca kendine gelemeyen, arada sırada, hiç dini inancı olmasa da mezarına gidip bakan. Hatta acıyla dolu bu mezarlık yolculuğunda bir gün, taşlardan birinin üzerindeki “Ağlamaktan ben bizârım / Belki rahattır mezarım…” ikiliğini gören biri. Şiir öyledir çünkü, ona sadık olana görünür yalnızca.

17 Mayıs’ta ölür ölmez Ataç’ın ardından ilk yazıyı Peyami Safa yazar. Yine kızının anlattığına göre, Safa, bu yazıda “çok şükür bu adamdan kurtulduk” diyormuş. Ataç kimi çevreler tarafından o kadar sevilmez ki Safa yazısını, Ataç’ın hastaneye kaldırıldığını duyunca, nasıl olsa ölür bu diyerek önceden yazdığını anlatırmış eşe dosta. Ölümünün ardından, yurdun çeşitli yörelerinden Peyami Beye, gözün aydın telgrafları bile gelmiş. Sözkonusu yazıyı arayıp bulmalı. Neler neler var; ölenin Allahsızlığından tut da tırnak yediği için midesinin tırnak dolu olmasına dek… Peyami bahsi fena! Agâh Sırrı Levent’in kızına, Ataç bir gün hangi yazarları sevdiğini sormuş; o da Peyami Beyle sizi efendim demiş. Cevap: “Aman kızım o zaman beni sevmeyiniz…”

Ataç bugün en çok da Türkçe sevdasıyla tanınıyor. Yani Öztürkçeci bakış açısıyla. Az buz şey de değil yaptığı. Dilin bir kısmının uydurma olduğunu söylerim hep. Ataç da bugün kullandığımız birçok kelimeyi uyduran adam: Öykünmek, doğa, özgür, birey, tanım, uzman, tümce, gereksinme, uygar, sorun, sav, kuram, kez, yapıt, ilke, bağnaz, uyum, özellik, öykü, ezgi, öge, yöresel, giz, olanak, özgün, değinmek, örneğin, bilinç; hep ona ait kelimeler. Bu uydurma meselesi önemli. Özellikle Cemil Meriç, günlüklerinde “kamusu olmayanın namusu (kamus sözlük demek) da olmaz” diyerek Ataç’ın bu işlerini epeyce sert eleştirir. Olsun sert iyidir.

Tabii bir de adamımızın uydurdukları arasında tutmayanlar kelimeler var. Neden? Çünkü dil, yaşayışı içeren bir şey. Yaşamdan kaynaklanmayan kelime, yaşama tutunamıyor: Bilimyurdu (üniversite), gökçeyazın (edebiyat), öz yoru (mana), nen (şey), durul (devlet), ep (sebep), ugum (karar), nite (nasıl), durulman (devlet adamı), budunbuyrumcu (demokrat), yin (vücut), betik (kitap), yır (şiir), dörüt (sanat), dörütmen (sanatkâr), tilcik (kelime)… Bazı şeyler, kavramlar, kolay kolay değişmiyor. Bir devrin en önemli aydınlarının gençliklerinde çıkardığı çok iyi bir dergiyi, adı Latince diye (Forum Dergisi) okumamak, biraz da sekterlik oluyor bu bahiste.

Ataç’ın dil sevdasının düzeyini şöyle de anlayabiliriz. O zamanların Ankara’sında, Konur Sokak civarında Modern Palas diye bir otel var. Lobideki kafede Tarancı ile Ataç oturup laflamakta. Kızı Meral Hanım onları görüp yanlarına geliyor. Derken garson sipariş alacak. Meral Hanım bir White Lady içeceğini söylüyor. Nurullah Bey de garson çocukcağıza dönüp “bize bir ak kadın getirin” diyor. Ak kadın isteyen müşteri! Garsonun hali harap diye yazıyordu bir şiirinde Cemal Süreya. Türkçe tutkusu Ataç’ta görüldüğü gibi hastalık düzeyinde. İsminin Nurullah olması bile onu rahatsız eder. Ata kelimesini de sevmeyerek Ataç yapar, yazılarını da böyle imzalar.

İşte Ataç belki de bu yüzden efsane. Yalçın Küçük anlatıyor… Mülkiye’de okurlarken okuldan çıkıp Kızılay’a yürürlermiş. Yürürken de hep politika, sanat konuşurlarmış. Yürürken konuşmak bir zevktir diyor Küçük. Ataç’ın oturduğu sokak epeyce ıssızmış o zamanlar. Ölümünden sonra Ataç Sokak adı verilmiş oraya, hâlâ öyle mi bilmem. Bu sokağa gelindiği vakit, bir grup arkadaş “Ataç’ı bir görüp gelirmiş”. Ben gitmezdim diyor Küçük, görmezdim. O zaman da görmeyi sevmezdim, diyor. Görmeyince daha iyi görüyorum deyip anlatıyor inceden. Ataç öldüğü gün, bir arkadaşı, başını Küçük’ün omzuna koyup hüngür hüngür Ataçsız bir Türkiye’ye ağlamış. Ne tuhaf insanlar, anılar.

Bir otodidakttır Ataç. Asıl uzmanı olduğu konuda kendi kendisini yetiştirmiştir yani. Maddi durumu iyi olduğu için çocuk Ataç’ın önünde kapılar hemen açılmıştır. Bazıları şanslı doğar meselesini bilirsiniz. Önce Frerler Mektebi, ardından Galatasaray. Sonra da İsviçre. Fakat okumaz. Yani okulu sevmez. 40 kuşağının çoğu, eğitimde çeşitli nedenlerden dolayı başarısız kişilerdir. Fakat çok iyi Fransızca öğrenir. Zaten İstanbul’a dönünce öğretmenlik ve çevirmenlik yapacaktır. Sanatla ilgilidir hep. İsviçre’de tiyatroculuk dener, olmaz, hafifçe kekemedir. Şiir yazar, kendisi beğenmez. Sonuç olarak, bir klişedir, yineleyeyim, sanata yeteneği olmayan genelde eleştirmen olur. O da öyle yapar…

Küçük’e göre Ataç’ın en büyük sorunu, sosyalizmin çağında demokrat olması zorunluluğuydu… Abdülhak Hamit için Batı taklitçisi, Akif için Doğu’nun tadına varamamış, Fikret için tarih duygusundan yoksun diyebilmiştir. Çünkü Ataç, Kemalist restorasyon döneminde bir görev adamıdır. Görevlendirilmiş değildir fakat, sadece inanmıştır. Emir eri değildir, gönüllü çalışandır. Onu özel kılan bu olsa gerek.

1938’de, İsmet Paşa’nın “kırk karanlıkları” yaklaşırken Nâzım on iki yıl yatmak üzere içeri atıldığında İnsan dergisini çıkaran Nurullah Ata ve Sabahattin Eyüboğlu, sürecin neye işaret ettiğini görür. İnsan dergisinin birinci sayısında Yeni Türk Sanatkârı ya da Frenkten Türke Dönüş başlıklı bir yazı hazırlanır. Mecburen Yahya Kemal’e dönülecek, Orhan Veli ortaya çıkarılacaktır. Nâzım’a karşı, Atatürk’ün ayağını öpmüş Yahya Kemal, bu durumda seçeneğe dönüşmek zorundadır biraz da.

Ama Ataç her zaman Ataçtır işte. Sinirli, huysuz, delice. Bestecisi Yesari Asım’ı sevmediği için Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık şarkısını dinlerken, her gece mehtap mı olurmuş efendim diye sinirlenen biri… Güncelerinde, adını andığım Eyüboğlu ve kardeşini de çok laubali bulur: “Cumhuriyetin 17 Ekim sayısında Bay Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ‘Kaç Mumluk Aydın’ adlı bir yazısı vardı. Baktım ‘Ataç Reis’ diye başlıyor, bıraktım. Öyle reis meis gibi sözleri sevmem. Arkadaş arasında konuşurken neysene! Okurlara sunulan, Tevfik Fikret’in dediği gibi ‘görmediğimiz kaarilere sunulan bir yazıda el gün karşısında öyle şakanın ne yeri var. Bıraktım. Bay B.R.E. beni övmüş, yermiş, bana ne! İki üç yıl oluyor, Cumhuriyet’te gene bir çatmıştı bana, ayaktakımı ağzıyla abiy’li, mabiy’li bir yazı. Okumuştum onu, yeter…”

Günlüklerinde hiç çocuk olamadım dese de çocuksu adam Ataç… Hep yüzünü iki eliyle kapatıp ağlarmış. Kız çocuklarını çok sever, fakat hiç yanaklarından öpmezmiş. Başka insanların çocuğuyla fazla samimi olmaktan hoşlanmaz, ellerini öpermiş sadece. Uzak. Düşünceli. Mesafeli. İkircikli. Sosyalizm çağında demokrat. Sevsem mi sevmesem mi diye düşünürmüş insanları. Bu düşünülecek şey midir acaba? Bazı zaman çok sevdiği birilerini, çok sonraki başka bir zamanda sevmezmiş. Bu da o günkü ben dermiş, bu da benim o günkü düşüncem. Katı ve içten. İsmet Paşa’nın diyor Küçük, estetik dünyasındaki bir adamı. Haksızlık mı bilmem. Ama işini ne kadar severek yaptığına bir örnek vermek isterim. Türkçeye çevirdiği nice eser arasından Flaubert’in Madam Bovary’sinde (Remzi Kitabevi’nin 1967 basımı olmalı) şöyle bir dipnota denk gelirsiniz: “Böyle ‘benzerdi’ gibi teşbih ıstılahları kullanmanın, Flaubert’in üslubuna ne kadar aykırı olduğunu biliyorum. O, hemen daima istiare ile düşünür. Fakat, onun her istiaresini yeni bir istiare ile çevirmeye, Türkçenin selikasını bozmadan, Türkçe cümleye bir yabancılık kokusu vermeden, imkân olmadığını sanıyorum. Herhalde benim elimden gelmiyor; bunu ancak Flaubert gibi bir sanatkâr yapabilecektir.”

Bence Ataç, ne olursa olsun buydu işte. Ardından kızının yazdıklarında da bu dürüstlüğü görmek mümkün. En çok da kendisine karşı dürüst. Bu da acımasızlıktır. Kendisine karşı bunca dürüst olabilen adam acımasızca kendisiyle hesaplaşır. O hesaplaşmadan, dolaylı olarak bütün bir sanat edebiyat dünyası da nasibini almıştır. Bir şiir yarışmasının ardından Turgut Uyar’a attığı zarı unutmamak lazım: “Turgut Uyar’ın Arz-ı Hal’i ikinci oldu. Neden o kadar sevmiştim Arz-ı Hal şiirini? Kusursuz bir şiir midir o? Değil, o günlerde de görmüştüm, şimdi de görüyorum, var kusurları, bir acemilik seziliyor. Ama yeni yetişen bir şair için acemilik kötü bir şey midir? Başkalarına uymayıp da kendi yolunu aradığını göstermez mi? O acemiliği için de sevdim Turgut Uyar’ın şiirini.”

Överken de yererken de o gün ne düşünüyorsa öyle. Kendisine jurnalci diyen Attilâ İlhan, sonra bir kitabını “Sayın Ataç’a” diye imzalayıp gönderince bakın güncesinde ne yazmış: “Bana jurnalcı demesine kızmıştım, artık geçti kızgınlığım, bir tiksinme geldi. Jurnalcı dediği bir kimseye birkaç gün sonra sayın diyebilen kişiden ancak tiksinilir de onun için… Kitabı duruyor bende, ne olursa olsun kitap yırtmayı sevmem de onun için. Ama evimde saklamak istemem. Bay Attilâ İlhan’ın nerede oturduğunu bilsem geri gönderirdim kitabını. Bu yazım gözüne ilişirse, aldırtsın. Bir daha da yollamasın bana kitaplarını. Onun bildiği kimselerden değilim. Bana jurnalcı demiş, öyle bir kötülük kondurmuş bir kişiyle bir daha selâmlaşmak, tanışmak istemem. İyi şair olsun, kötü şair olsun, bence artık bay Attilâ İlhan diye tanışmağa, konuşmağa değer bir kimse yoktur.”

Büyüklüğe oynamadan büyük görünmüş biri. Garip’i ortaya çıkarmış, daha sonra sevmediğini yazdığı için Melih Cevdet’ten dayak yemiş. Türkiye’de kendisine ve başkalarına karşı bunca dürüst olan insan ancak dayak yer çünkü.

Mistik yanları da var, rüyaya, fala inanıyor. Ahmet Kutsi’den “komik şairimiz” diye bahseden, Rıfat Ilgaz’ın “kötü şair olduğunu Ulus Gazetesi’nde yazan (bugün herkes herkesin ne kadar iyi şair olduğunu yazıyor, kimse beğenmediği bir eser için bir şey söylemiyor), Mahmut Makal’ın bir kampanya haline getirildiğini, düşünmediğini, kafasının içine tıkılanlara bağlı kaldığını, yalnız kendi bildiklerinin doğruluğuna inandığını belirten biri…

Bir son söz de kendisinden gelsin ve yazıyı tamamlasın (Türkçe olmadığı için hiçbir zaman ‘ve’ kelimesini kullanmaz Ataç): “Değerimi bilirim, büsbütün hiç değilim, ama yarına kalmağa yetecek bir değer değildir benimki. yaşadığım günlerde çalışırım, dilimizin gelişmesinde birtakım düşüncelerin yayılmasında benim de bir yararlığım olabilir. o kadar. yarına kalamam ben, kalacağımı söyleseler yarına acırım.” Kapatıyorum konuyu. Dağılabiliriz.

Kaynaklar:
Diyelim – Söz Arasında, Nurullah Ataç
Babam Nurullah Ataç, Meral Tolluoğlu
Aydın Üzerine Tezler 4, Yalçın Küçük