Haydar Ergülen

Taşbaskısı değil ama halk baskısı, ince kapaklı, sinemalar için yapılan fenerlerin benzeri bir resim işçiliğini taşıyan kapaklarıyla “En Güzel Aşk Mektupları” ve “Yüksek bir Türk kızına takdimimdir” girişiyle başlayan asker mektuplarının yer aldığı “Asker Mektupları”, en sevdiğim mektup seçkileri. Yeni baskıları yapılsa keşke.

Orada okuduğum mektuplardan birinin başlığı, “Evvelce ihmal edilmiş bir genç kıza mektup”. Selim İleri duyarlılığında ol(a)madığım için, ne yazık ki eskiye pek az bakabiliyorum. “Yenide bakacak ne buluyorsun ki?” diyenler olabilir ama, ben eskiye de yeniye de bakmak taraftarıyım. Bu nedenle elbette hikayelerini, romanlarını okuduğum, hem kim unutabilir ki Memleket Hikayeleri’ni, Refik Halid Karay’ın yazılarını okumaya bir kaç yıl önce başlayabildim ne yazık ki! “Okumak bir iptiladır” denildiği gibi, Refik Halid de ‘müptela’sı olunacak bir yazar, ki bu hikayeleri, romanları için bin kere söylenmiştir, ben yazıları için söylüyorum bu kez.

Refik Halid okumak bir saadettir. Yazının saadeti baki, okurun da saadetidir. Bunu en son 13. cildi, Güzel Sanat Suçları adıyla yayımlanan “Memleket Yazıları” için de söylüyorum. 3 yıldır Tuncay Birkan tarafından İnkılap Kitabevi için hazırlanan bu toplamın yarısını okudum, bir-iki de yazdım, daha da yazarım. Refik Halid okuttuğu kadar yazdıran da bir yazar.

Uslu bir yazar değil, hiç de olmamış. İlk sürgünü İttihat Terakki’den yemiş, sivri dili, dikenli yazıları, iğneli sözleriyle dolu hiciv ve taşlamaları nedeniyle soluğu Anadolu’da almış. Bu hicivleri “Kirpi” adıyla yazmış. Beş yıl çeşitli şehirlerinde kalmış Anadolu’nun ve bu ceza Memleket Hikayeleri gibi eşsiz bir ödülle sonuçlanmış. Anadolu toprağı yazarlarımız için her zaman bereketlidir, bir koy beş al dedikleri gibi tam!1. Cihan Harbi’nin sonunda ancak sevgili İstanbul’una dönebilmiş. Evet, Memleket Hikayeleri’nin büyük yazarı, yazıları da “Memleket Yazıları” üstbaşlığıyla toplanıyor ama, öncelikle İstanbul yazarı.

İkinci sürgünü ise daha uzundur, 1922-1938 arası yaşadığı Halep’ten dönecek ve ömrünün sonuna kadar, dergi ve gazetelerde hemen her konuda yazacaktır.Bu yazılar şimdi 18 cilt olarak tasarlandı, İstanbul, edebiyat, hatıra, tarih, dil, yemek, doğa, mizah, iç ve dış siyaset, sanat gibi temalar etrafında yapılacak kapsamlı seçkiler bir bir yayımlanmaya başladı.

İlk olarak Mutfak Zevkinin Son Günleri’ni(İnkılap, 2014) okudum bu diziden. Ölmeden önce yapılacak şeylerden biri bence mutlaka bir Refik Halid romanı, hikayesi ve yazısı okumak olmalı. Aç karnına ya da tok karnına fark etmez, bu kitabı okursanız, olağanüstü bir yemek ve yazı ziyafetinde bulursunuz kendinizi. Tabii dil zevki ayrıca başlıbaşına hiç bitmeyen bir şölen. Doğrusu kitaplar da bu şölen duygusuyla hazırlanmış, hiçbir şey eksik olmasın diye hem sunuş var kitaplarda hem de uzun önsözler.

Külliyattan iki kallavi kitap, biri Türkçe üzerine, Türkçenin Tadı ve Ahengi, diğeri de edebiyat üzerine, Edebiyatı Öldüren Rejim. İlkinin önsözünü Savaş Kılıç yazmış, ikincinin Behçet Çelik, ikisinin de sunuşu Tuncay Birkan’dan.


Türkçenin Tadı ve Ahengi
Refik Halid Karay
İnkılap Kitabevi

Her iki kitapta da dikkatimi çeken, Karay’ın bugün neredeyse unutulmuş bir yazar olan Muallim Naci’nin otobiyografik yapıtı Ömer’in Çocukluğu’ndan hareketle ilk edebiyat zevkine varmış olması ve bunu dile getirmesi. Aynı zamanda da bu kitabın kendisine “iki büyük hakikat”ı sezdirmesi. Bu hakikatların ikisi de “dil”le ilgili: “Konuşulan lisanı yazıya geçirmek ve kendi başından geçenleri bu lisanla yazmak.” Sonradan birçok yaşıtı üzerinde de aynı “hayırlı tesir”i yaptığını öğrendiği bu iki hakikatın izinden gider Karay dilde ve yazıda.

Lisan konusunda öncüsü olan Muallim Naci, “dil devriminin yoktan var olmasına hizmet etmiş, Türkçenin istiklali için savaşmış bir inkılapçı, bir inkılap müjdecisi”dir Refik Halid için. Ve onun dil görüşlerini benimser doğal olarak. Her dilin bir diğerinden sözcükler alabilmesi gerektiği fikrini destekler, “Söz ne kadar tabii söylenir, ne kadar tabii yazılırsa o kadar latif olur.” Arapça ve Farsçadan aldığımız sözcükleri, “o dillerdeki kaidelere uymaksızın dilediğimiz gibi” kullanma hakkımızın olduğu düşüncesine de katılıyor. Ve en ilginci de, adeta ‘gevelemeye hayır’ der gibi, “vevelemeye hayır” demesi, ki sonraki yıllarda da, tıpkı, “gibi” edatı kullanımının şiiri zayıflattığı yolundaki görüşe benzer bir biçimde, ‘ve’ kullanımının fazlalığından şikayet ediyor: “Lisanımızın tabiiliğini muhafaza için dikkat olunacak şeylerden biri de ‘ve’nin az istimalidir. Bizim ‘ve’ye ihtiyacımız o kadar azdır ki bir muharririmiz, içinde bir tane olsun ‘ve’ bulunmamak şartile bir cilt yazabilir!

Savaş Kılıç, “Sömürge’ye yüz müstemleke feda!” başlıklı önsözünde, “dil reformu karşısında”, Refik Halid’in “ılımlı tasfiyecilik” konumunda olduğunu söyler. Bu, bir anlamda, Ömer Seyfettin’in 1912’de Genç Kalemler dergisinde başlattığı “Yeni Lisan” hareketinin görüşlerini benimsemesi ve sürdürmesidir.

Bu bahiste “Bizim Türkçemizde Tat ve Ahenk” başlıklı yazısından bir alıntı yapalım: “Ben sadece bizim Türkçemizi bilirim ve bu Türkçenin çeşitli Türkçelerin hepsinden daha güzel olduğuna da inanırım. Anadolu, Türkçe için bir süzgeç vazifesini görmüştür. Asya’daki ucu-bucağı bulunmaz koca Türkçe gölünün bereketli, fakat taşlı topraklı suyunu durulaştırıp içilir hale getiren tasfiye makinesi Anadolu’dur ve tadına tat katan hassasını da İstanbul vermiştir. Türkçenin kökü nerede olursa olsun, ister Kaf Dağı’nın ardında veya dünya tavanının altında…Çiçeği vatanımızda açmıştır.” (Refik Halid Karay, Türkçenin Tadı ve Ahengi, İnkılap, 2015, s.148)

Edebiyatı Öldüren Rejim’in önsözü ise Behçet Çelik’ten, “Yarım yüzyılı aşan mütebessim bir edebiyat tanıklığı”. Çok önemli saptamaları var Çelik’in ve bunlardan en önemlisi de aslında yazıya, dile bir ahenk ve zevk penceresinden bakan Karay’ın ‘neşe hali’. Onca sürgüne, gurbete karşın hem kendi neşesini hem de yazının neşesini kaçırmayan, buluşlar yapan, dille oynayan, klişenin değil elbette sözcüğün hakiki anlamıyla “keyifli” bir “keyif” yazarı Karay. Her zaman kendini yazının mutfağında gören bir yazar. Zaten bunu dile getirirken de mutfağı işin içine sokuyor: “Lisan bir kiler ve mutfaktır; yazı yazmak reçel kaynatma usulündeki kaidelere riayettir; reçel eserinizdir; fikir o reçeldeki hassadır. Peki, üslup nedir? Çilek sepetidir; reçelin lezzeti, manzarası, bilhassa tanelerinin seçme, iri, pürüzsüz, diri, iyi istifli olmasıdır. Sepetten seçiş, işte üslup…”(Refik Halid Karay, Tanıdıklarım, Semih Lütfi Kitabevi, s.110). Karay “Üslub’u Müdafaa” yazısında, üslubunu böyle tatlı benzetmelerle savunuyor işte.


Memleket Yazıları 3: Edebiyatı Öldüren Rejim
Refik Halid Karay
İnkılap Kitabevi

Yahya Kemal’in “Türkçeye yeni bir çeşni vermiş, hemen hemen daima neş’eli ve canlı”, Yakup Kadri’nin “Doğuştan iyimser” ve Rıza Tevfik’in “Hayatı hususiyesinden daima neşeli, daima hoş sohbet, nükte pervaz, fatin ve ülfet bezmini kahkahasile dolduran nikbin, epikürist bir adamdır” dediği Refik Halid Karay’ın yazdıklarında bir “sanat tebessümü” hiç eksik olmamıştır ama… “Edebiyatı öldüren rejim”i de o yazmış ve güçlü bir biçimde uyarmıştır: “Totaliter rejimlerin güzel sanatlardan çoğunu, hele hürriyete en fazla ihtiyaç gösteren edebiyatı öldürdüğüne artık şüphe kalmadı…Şu var ki bu rejimler gösteriş olarak dünyayı hayran bırakan saraylar, fabrikalar, tersaneler, otostratlar yapıyorlar amma gene gösteriş olarak dünyanın hayran kalacağı bir edebiyat yaratamıyorlar…Edebiyatı öldüren rejim, insanlık için tehlike teşkil eder.” Bu yazıyı İtalyan ve Alman faşizminden bahisle 1945 yılında yazmış ve sözünü ettiği tehlike hala büyük tehlike!

Arka Kapak dergisi 15. sayı