Mustafa Özel

Bu kusurlu metinlerin bir kısmı, başta Hz. İsa olmak üzere, kutlu veya kutsal sayılan kişileri “yeniden canlandırarak” yahut onları çağdaş insanlara “temsil ettirerek” ya ikinci bir kusur işliyor ya da modern birey ve toplumun gerçekliğine kutsal metinler/kişiler üzerinden sadık bir ayna tutuyor. Roman, modern toplumun röntgen cihazıdır; birey ve grupların tutku ve korkularını (galiba) en iyi o yansıtıyor. Dine yahut dinî kurumlara en mesafeli duran romancıların kurguları bile çoğu zaman kutsal metinlerden izler taşıyor. Mesela, Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nde okuyucu, süt ve bal ülkesi “arz-ı mev’ud”a (Kaliforniya!) doğru giderken yollarda anlatılmaz çileler çeken İsrailoğulları’yla beraber yürümekte olduğunu hissediyor.

Roman, gerçeklerle dolu hakikatsız hikâyedir. “Büyüden arındırılmış” trajik bir dünyaya ses veriyor. Sarsıyor ve cezbediyor. O kadar etkili ki, cezbeye tutulmuş Müslümanlar artık “roman tadında” siyer kitapları yazıyor! Roman, siyerin yansıttığı Hakikat’tan kopmuş bir dünyanın “gerçekliğini” ifşâ ve tartışma bilimidir. Teşhir ve müzakere sanatı. Romancı, “tarihsel” bir dünyanın küçük tanrısıdır. İlhamını Tanrı’dan ve tarihten alıyor. Ve asla gelişigüzel hareket etmiyor. “Yarattığı” dünyanın yasalarını, o da kahramanları ve okuyucularıyla beraber keşfediyor. Goncourt Kardeşler, “Tarih, meydana gelmiş romandır,” diyorlardı, “roman ise meydana gelebilecek tarih!” Hakiki roman, bireyi ve toplumu tanıma ve anlamada, tarih ve toplumbilimden daha ileri, daha güvenilir bir bilimdir. Onsuz modern gerçekliğe nüfuz etmek sadece zor değil, neredeyse imkânsızdır!

Modernlik, büyük Hakikat’tan kopuş, hesapçı aklın mahpesine kapanıştır. Lukacs’tan Auerbach ve Bakhtin’e kadar, son yüzyılda modernlik/roman ilişkisine kafa yoranlar, roman dünyasının Tanrı tarafından terkedilmiş, evrensellerin yurtsuz kaldığı, sürekli akış hâlinde, sayısız dünya görüşü ve söylemin hükümrânlık peşinde koştuğu ama hiçbirinin zafere ulaşamadığı bir dünya olduğunu dile getirdiler. Son noktayı Ilya Kliger koydu: “Roman, hakikatsız bir dünyaya ses verme arayışıdır.”

Bu sesin dindar bir Müslümandan çıkmasının yahut dindar bir Müslümanın kulağına ulaşmasının zor olması, tarihî ve kültürel birçok sebebe dayanıyor. Bizde kelimenin hakiki anlamıyla roman yazmış olanlar ya dindar olmayanlardır ya da hayatları boyunca inançla inançsızlığın sınır bölgesinde tedirgin yaşamış olanlar. Halid Ziya, Halide Edib, Tanpınar, Oğuz Atay… Peyami Safa, neredeyse inandığını hissettiği ölçüde, romancı olmaktan uzaklaşıyor. Ne var ki, dindarlar arasında da artık bol miktarda roman (?), özellikle de “Peygamber romanı” yazılmaya başlandı. Hayatında belki tek roman okumamış “öğretmenler”, çalakalem peygamber yahut evliya romanları yazıyor. Yayınevleri, siyer kitaplarından hoyratça kırpılan ve hiçbir edebî değer taşımayan metinlerin kapağına cömertçe roman kelimesini konduruyor. Din, ahlâk ve fikriyatı piyasa sürüklüyor.

Modernliğin Hz. İsa’sı: Burjuva ve Sosyalist!

Batı dünyasında “peygamber romanlarının” yazılması için neredeyse yüz yıllık bir hazırlık dönemi yaşandı. Avrupa düşüncesi Hrıstiyan teolojisinin etkisinden kurtuldukça yepyeni bir İsa kurgulamaya yöneldi. Voltaire onun Tanrı’nın oğlu değil ama büyük bir ahlâk hocası olduğunu yazdı. Hegel, İsa’yı “Kant’çı bir ahlâk sisteminin vaizi” olarak tasvir etti. Fakat sonraki kuşakları peşlerinden sürükleyecek iki İsa kitabını başka bir Alman ile başka bir Fransız yazdılar: David F. Strauss (Das Leben Jesu, 1835) ve Ernest Renan (Vie de Jesus, 1863). George Eliot, Strauss’un eserini 1846’da İngilizceye çevirdi. Bu ve benzeri düşünürler sayesinde, İsa figürü insanlaştı. Bu bilimsel çalışmaları edebî kurgular takip etti ve İsa’nın liberal (dindışı yahut serbest) hayatı üzerinde spekülasyonlar başladı. Theodore Ziolkowski, 19. yy ortalarından 20. yy ortalarına kadarki yüz yıl içinde yazılan yirmi civarındaki İsa romanı üzerine yaptığı hakimâne tetkikte, bunları beş ayrı grupta inceliyor ve çok öğretici sonuçlar çıkarıyor:

İlk dönem kurgucular bir nevi “Burjuva İsa” portresi çiziyorlar. İsa’yı teolojik bağlamdan koparıp, günün şartları içinde anlamlı bir konuma yerleştiriyor; eskatolojik problemlerden uzaklaşıp, bugünün problemlerine verebileceği cevapları gündeme getiriyorlar. Sonra bir sosyal reformcu, hatta “Sosyalist İsa” dönemi başlıyor. Archibald McCowan, Christ, the Socialist başlıklı romanında (1894) “Dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük, en saf, en hakiki sosyalist Efendimiz ve Kurtarıcımız İsa’ydı.” diyor. Felix Hollaender ise İsa ve Yahuda başlıklı romanında, “Çığır açan ilk Sosyal Demokrat, Sosyal Demokratın şâhı, İsa Mesih’ten başka biri değildi.” diye yazıyor. (Jesus und Judas, 1891). Bunlar kadar edebî değer taşımayan, fakat başlığında tarih kelimesi geçtiği için çok daha fazla okunup etkili olan bir roman da, 1872 yılında İngiltere’de imzasız yayınlanan The True History of Joshua Davidson idi. Anonim yazar(lar) önsözde şöyle diyordu: “Şayet İsa kendi döneminin şartlarına paralel biçimde bugün aramıza gelseydi, bize nasıl davranır, neler yapardı; biz onu nasıl karşılardık? Hiç şüphesiz bir işçi olur, yerel lehçeyle konuşur, kapitalistlere, iktisatçılara ve papazlara saldırırdı.”(Fictional Transfigurations of Jesus, Princeton: Princeton University Press, 1972.)

Kazancakis’in İnsan İsa’

Kazancakis, Günaha Son Çağrı’da elinden geldiği kadar bir “İnsan İsa” portresi çizmeye çalışıyor. Havariler de ona bağlanmakla beraber insanüstü niteliklerle donanmış değiller. Maria Magdalena, ayaklarına kapanıp, “Göğe gitme, bizimle kal! ‘İnsan gibi’ yaşayalım.” diyor. Hz. İsa, havarilerine hitap ediyor: “Ben yolum, aynı zamanda insanın yöneldiği evim. Hem kılavuzum, hem de kişinin karşıcı gittiği kimseyim. Hepinizin bana inanması gerek. Göreceğiniz şeyden ne olursa olsun korkmayın, çünkü ben ölmedim, ben ölemem.” Matta şaşkınlık içindedir: “Sözleriniz karanlık efendimiz, nasıl yazayım ben şimdi defterime?” İsa: “Sen yazasın diye konuşmuyorum Matta. Tevekkeli değil kâtiplere horoz demişler. Kalemini kâğıdını alıp ateşe atasım geliyor!” Matta yazdıklarını çabucak toparlayıp sıvışır. İsa’nın öfkesi yatışmamıştır: “Ben bir şey diyorum, sen başka bir şey yazıyorsun, seni okuyanlar da bambaşka türlü anlıyorlar. Her biriniz kendi acınızı, çıkarınızı ve isteklerinizi kutsal sözlere ekliyorsunuz; sözlerim kayboluyor, ruhum da yok oluyor!”

Kurgunun Kitab-ı Mukaddes’ten ayrılan önemli bir yanı, Yahuda’nın, Hz. İsa’yı kendi istediği için değil; o istediği için ele veriyor olmasıdır! İsa’yı yakalarlar. Petrus, horoz ötmeden üç kere inkâr eder onu. Diğer havariler de sıvışırlar. Thomas haykırır: “İkiyüzlüler, Ferisiler! Ne oldu? Açık konuşalım, utanmayalım. Bir alışveriş yaptık, bütün sermayemizi batırdık. Evet bir işti bu! Ne diye öyle ters ters bakıyorsunuz bana. Yanlış mı, küçük bir iş çevirmedik mi? Ben mallarımı (taraklarımı, cep aynalarımı…) verdim. Karşılığında göklerin hakimiyetini elde etmek için. Hepiniz de aynı şekilde hareket ettiniz. Biri gemisini, öteki koyununu, başka biri de zihin huzurunu verdi. Şimdi bütün iş bozuldu. İflas ettik, sermayemiz yok oldu. Dikkat edin, bu arada canımızdan da olmayalım! Basın gidin derim!”

“Kabul!” diye bağırdı Filipus ile Natanael. “Henüz vakit varken kaçalım!” Petrus kaygı içinde Matta’ya döndü. Matta kulaklarını dikmiş dinliyor, ağzından tek kelime çıkmıyordu. “Tanrı rızası için Matta, bütün bunları yazayım deme. Duymazlıktan gel. Gelecek için gülünç kılma bizi!” Matta, “Merak etmeyin,” dedi onlara, “ne yaptığımı biliyorum. Birçok şey görüyor ve işitiyorum, ama arasından seçiyorum. Yalnız, sizin iyiliğiniz için bir söz diyeyim. Asil bir karara varın, ne kadar cesur olduğunuzu gösterin. Ben de yazayım, siz de övünesiniz.”

İsa, son anda göğe çıkmaktan vazgeçer. Ayartılır yani. Lazar kılığında topluma karışır, iki kadınla evlenir, çok sayıda çocuğu olur. O misyonundan uzaklaşınca, sahneye Tarsus’lu Saul (şimdi artık Aziz Paul) çıkar. Roman, İsa ile Saul arasındaki ateşli tartışma ile taçlanır. İsa onu, “Ben insanoğluyum, Tanrı’nın oğlu değilim, dünyayı dolaşıp yalanlar yayma!” diye uyarır. Saul onu duymaz bile: “Bu dünyanın pisliğinde, yoksulluğunda, çürümüşlüğünde çarmıha gerilen ve dirilen İsa, namuslu, hakkı yenmiş olan kimselerin biricik avuntusu oldu. Doğru, yanlış ne fark eder! Dünya kurtulsun yeter!”

Hz. İsa onu ne kadar şeytanlıkla, İblis’in elçisi olmakla suçlarsa suçlasın, Saul geri adım atacak değildir. Adeta bir roman yazmaya başlamıştır. Kazancakis, bu vesileyle, kurgucunun tarihsel işlevine sarahat kazandırıyor: Kurgu, gerçeği önceliyor! Hayır, susmayacağım diyor Saul; İsa’yı görmüş olmayayım, o da çarmıha gerilmiş olmasın, ne fark eder? “Ben hakikatı yaratıyorum, inat, özlem ve inançtan yaratıyorum onu. Onu bulmak için çabaladığım yok. Ben kuruyorum onu. … İster iste, ister isteme, seni çarmıha gereceğim; sonra dirilteceğim. … Senden korkum yok. Artık sana ihtiyacım bile yok. Hareket ettirmiş olduğun çark hızını aldı. Artık kim onu kontrol edebilir ki?”

Batı roman geleneğinde Hz. İsa’yı tasvir eden yahut çağdaş insanlara temsil ettiren romanlar, onu “insanlaştırmak” suretiyle Kilise’nin (ve onun etkisindeki hükümetlerin) gazabına uğradı; buna mukabil Hrıstiyan toplumların tarihinin daha doğru algılanmasına katkıda bulundular. Müslüman toplumlarda ise, başta Hz. Peygamber olmak üzere, kutlu kişilerin roman veya sinemada tasviri de, temsili de hâlâ çok çetin bir problemdir. Sanata önceden sınır çizmek, bu insan etkinliğinin doğasına aykırı olduğundan, ancak ortaya konmuş eserler üzerinden değerlendirme ve yorum yapılabilir. Yasaklama ise sadece kötü örnekleri çoğaltır. Ben 62 yaşıma kadar, üç aydır nakletmeye çalıştığım Batılı örneklerden herhangi birinin İslamî muadilini görmedim. Görenlerin insaniyet nâmına beni haberdar etmelerini diliyorum ki, bizde de “peygamber romanı” olur mu, olmaz mı, tartışabilelim! 

Arka Kapak dergisi 30. sayı