Nihal Yılmaz

Hayat bir oda değil bir yoldur, evet, kesinlikle öyle, hiçbir yere varmayan bir yol, öylesine, anlamsız anlamsız uzanıp giden bir yol. Geri dönüşü yok, durmaya izin yok, sonu yok, amacı yok; en iyisi bu yola yalnız çıkmak, birinin hak talep etmesine meydan vermemek. Bırak ölüler kendi ölülerini gömsünler!

Çok yakın bir tarihe kadar ütopya romanının “yaşayan” en büyük efsanesi kim diye sorsalar akla ilk gelen isim Ursula K. Le Guin olurdu hiç kuşkusuz. Evet o hala bir efsane belki ancak bir farkla; artık onu “yaşayan” sıfatıyla anamıyoruz. Şimdi o da ölüler diyarına göç eden efsane yazarlardan biri olarak bizlere uzaklardan el sallıyor ve geride bıraktığı muhteşem eserlerinin satır aralarından gizlice göz kırpıyor. Aslında Le Guin’i belli bir tür üzerinden değerlendirmek, değerlendirmeye çalışmak düşülebilecek en büyük yanlışlardan biri. Çünkü Le Guin hiçbir zaman körü körüne bir bağlılıkla fantastik roman yazmadı ve hiçbir zaman başka bir dünyada geçen ütopik hikâyeler üretirken o dünyanın gerçekten varolduğuna olan inancını kaybetmedi. İşte bu yüzden de kurgusuna eleştirel ve politik bir boyut katarken entellektüelleri de yanına çekmeyi başarabildi. Malafrena’da ise 1800’lü yılların dünyasında, hayalî bir Orta Avrupa ülkesi olan Orsinya’yı yarattı ve bizi de içine çekti.

Ve başlıyor hikâye…

Yıl 1825. Varolmayan bir coğrafyada, Prusya egemenliği altındaki Orsinya’dayız. Burada başlıyor her şey. Le Guin’in imzası haline gelen hayalî ülkeler tıpkı diğer romanlarında olduğu gibi Malafrena’da da mekân ne kadar hayalî olsa da ele alınan konular son derece gerçekçi. Zira sansürle basının susturulduğu, muhalefet hakkının bulunmadığı, kısıtlamaların insanları darboğaza soktuğu, mutlak bir iktidarın hüküm sürdüğü bir ülke Orsinya, yani deyim yerindeyse adeta bir 19. yüzyıl Orta Avrupası.

Dönem ise; Avrupa’yı yakıp yıkan savaşların son bulduğu, Napolyon’un yanında yer alan Orsinya’nın yenildiği, hanedanın iktidardan uzaklaştırıldığı ve ülkenin Avusturya tarafından tayin edilen Grandüşes tarafından yönetildiği bir dönem. Ve her ne kadar Orsinya hayalî bir ülke olsa da Napolyon sonrası Avrupa’nın siyasî ve toplumsal hareketlerinin, devrimci isyanlarının ve Paris Komünü’nün gerçekçi bir yansıması aslında.

Başkahraman İtale Sorde ise Malafrena Vadisi’nde ailesiyle birlikte yaşarken bu berbat koşullarla mücadele etmeye karar verip Orsinya’ya giden genç ve ateşli bir üniversite öğrencisi. İlk gençlik çağını dedesinin kütüphanesinde Fransız Devrimi’yle ilgili kitaplar okuyarak geçiren İtale’nin hayali, arkadaşlarıyla birlikte devrim yapmak ve ülkeye özgürlük getirmek. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için başkente gidip mücadeleye katılması gerek. Oysa toprak sahibi babası İtale ile aynı fikirde değil. Onun kalbi oğlunun Malafrena’daki mülklerin başına geçmesinden yana. Ancak İtale asıl önemli olanı, içindeki sesi dinlemeyi seçecek ve şöyle diyecek: “Asıl önemli olan, içindeki sadece sana ait olan kuvvet. Aslında o kuvvet sen kendinsin; seni sen yapan, bir insan yapan şey o. Bir kere onu bulunca bütün yapman gereken ona itaat etmek, seni soktuğu yolda yürümek.”

İtale olmak…

Romanı okurken tıpkı Le Guin’in diğer eserlerinde olduğu gibi mevzuyu içselleştirecek ve mekânın tam içinde bulacaksınız kendinizi. Dağlar arasına sıkışıp kalmış, bir köşeye atılmış bir yer olan Malafrena, Le Guin’in mükemmel tasvirleriyle gözlerinizin önüne serilirken kendinizi o olmayan yerin dik yamaçlarını kaplayan meşelerden biri gibi hissedeceksiniz. Sonra birden İtale’yle birlikte yoksulluk çekecek, babanıza kafa tutacak, memleketinizi terk edip özgürlük peşinde koşmaya başlayacaksınız. İtale olacaksınız… Artık özgürlük geride kalmış ve hayatınıza siyasetin kirli elleri dokunmuş olacak. Siz İtale’yle öyle bütünleşeceksiniz ki kendi temiz ellerinizle iktidar karşıtı yazılar yayınlarken tek başınıza tutuklanacak ve yoldaşlarınızı geride bırakarak hapse gireceksiniz. Ancak aşk tutacak ellerinizden. Daha yirmi beş yaşındayken hapisten aşk çekip çıkaracak sizi; hasta, bitkin, bezgin, yılgın sizi. İyice derinleşmiş bir siyasî krizin içinden İtalyan bir devrimciyle birlikte Malafrena’ya sığınacaksınız. Bir gün yeniden dönmek ümidiyle…

Fransız İhtilali’ne selam olsun…

Le Guin’in en önemli eserlerinden olan Mülksüzler ile Malefrana arasındaki benzerlik bizi bir anda Fransız İhtilali’ne götürüyor. Zira hikâyesi, olmayan bir dünyada, bilinmeyen bir zamanda geçen Mülksüzler’in gözü kara kahramanı ile Malafrena’nın İtale’sinin idealleri de kaderleri de ortak. Ve her ikisinin de ardından gittikleri idealler; özgürlük, bağımsızlık, adalet ve eşitlik. Yani Fransız İhtilali’nin ardındaki fikirlerin ta kendisi. İşte Le Guin her iki eserinde de gerçek dünyada dayatılan fikirlerden hareketle arzuladığı başka bir dünyayı resmediyor ve o resimde bu dünyanın akıldışılığını, sıradanlaşmış yanlışların arkasına saklanmış gerçekliği, iktidar mekânizmalarını ve onlara iktidarlarını veren ideolojileri teşhir ediyor.

Özgürlük kavramını bir kez daha düşünmek…

Le Guin, İtale yoluyla yüzyıllardır dönüp duran sivri dişli çarkların arasına sıkışmış kadınları, çocukları, gençleri, yurtsuzları ve mülksüzleri savunuyor. Uzaklara gidip uzak bir umudun peşinden koşan yalnız adam İtale’nin kalbi hep memleket hasretiyle çarpsa da ayakları onu Orsinya’ya demirliyor. Özgürlük tohumlarının çiçeğe durup sonra tekrar solması, bizi tüm dünyada asırlardır süregelen bu arayışın içine çekiyor. Romanda özgürlüğün birçok tanımıyla karşılaşıyor ve bu kavramı defalarca yeni baştan düşünmek zorunda kalıyoruz.

Başta da söylediğimiz gibi Ursula K. Le Guin ütopik hikâyeler üretirken ve hikâyelerini başka bir dünyada kurarken o dünyanın gerçekten varolduğuna olan inancını hiçbir zaman kaybetmedi ancak Malafrena’da ona hiç konduramayacağımız ölçüde umutsuz satırlarla çıktı karşımıza. Bunu yapmasının ise önemli bir sebebi vardı: Devrim yapmak için yola çıkanlara içi dolu hayallerini, yapabileceklerinin sınırını unutarak o hayalleri suya düşürmemeleri gerektiğini öğretmek. İşte bu yüzdendir ki “Özgürlük en iyi yapabileceğin şeyi, kendi görevini, yapman gerekeni yapmaktır, öyle değil mi? Sahip olunacak, saklanıp korunacak bir şey değildir özgürlük. Eylemdir. Hayatın ta kendisidir.” diyor Le Guin ve ekliyor “Ama başkalarının köle olarak tutulduğu hapishanede nasıl yaşayabilirsin ki? Herkes özgürce kendisi için yaşayabilene kadar ben de kendim için yaşayamam!” Bize kalansa; bu satırları okuduktan sonra özgürlük kavramını bir kez daha düşünmek, içselleştirmek ve belki de eyleme geçerek önce kendi benliğimizi özgürleştirmek.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 30.sayısında yayınlanmıştır.