Enis Batur

Aklıma, ilkokula başladığım yıl, yazı defterime çizdiğim evler geldiğine göre, buluşma sağlanmıştı. O evleri, içlerinde bir ömür geçirmişçesine tanıdığımı söylesem, Marguerite, aklınıza yatar.

Yaşamında ve yazılı/görsel yapıtında “yerler” ve evlere odaklı iki televizyon söyleşisinden parçalar, kitaplarından alıntılar ve albümünden fotoğraflar ile örülmüş Les Lieux de Marguerite Duras’ı (1977, Minuit) okumaya koyulur koyulmaz, daha ilk sayfaların ardından içimde, gerçekleştirilmesi olanaksız bir tasarı, alt edilmesi güç bir istekle kabardıydı: Yazarla tartışabilseydik, anlaşmamız sözkonusu olmayacaktı elbet; ama burada, asıl anlamlı olan, anlaşmazlığın karşılıklı beslenmesi ve artırılması olasılığının yüksek görünmesiydi bana kalırsa. Söz, böyle durumlarda duvara dayanabilir, diyaloğun taraflarından biri devam etmeye gerek duymayarak susma hakkını kullanabilir, an gelip iki taraf da kilitlenebilir — ne var: Oraya gelesiye, “yerler” konusunda bir yerlere de gelinebilir.

Duras’nın, evde/evi asıl yaşayanların kadınlar olduğu yolundaki düşünceleri kadınca; benim bu düşünceyi paylaşmamam erkekçe bulunabilir, bir noktaya kadar öyle de. Bu düzlemde karşı karşıya konuşmak, o noktadan bir başkasına ola ki götürebilirdi tarafları: Zıtlaşarak hayır, ötekine kulak vererek.

Ayrıca, “ev”le sınırlamıyor düşüncesini, gözlem/yorum birikimini Duras: “Yer” kavramına aynı bakış açısıyla açılıyor: Parkta, bahçede, ormanda yürüyen, gezinen erkek, kadının tersine orada değil tam, yazara göre: Daha çok düşünceliliğinin, dalgınlığının içinde — oysa kadında yer farkındalığı belirgin.

İnsanlık tarihi boyunca, bir iki ayrıcalıklı örnek sayılmayacak olursa, yer değiştirme yetisinin erkekler tarafından kullanıldığı, geliştirildiği bilinen gerçek: Serüven, keşif, fetih, arayış eril kavramlardı(r), Odisseus yola çıktığında Penelope’nin beklemesi bir yazgı gibi koyulmuştu.

Yapı tarihleri de, Âdem’den yakın zamanlara, ev’i imgeleme ve inşa tekelini erkeklere ayırır; hele ki o tarihlerin er yazıcıları olduğu düşünülürse, yapıları ve şehirleri kadınların kurmadığı söylenebilir.

Bunlar, Duras’nın savlarını tersyüz etmek için değil: Kadına biçilen, giydirilen rolün ona nicedir dar gelmesinden, sınırlarını erkeğinkilere denk gelecek biçimde açma direnişine girmesinden doğal ve haklı bir gelişim olamazdı.

Öte yandan, yerlerde ve evlerde yaşamaktan söz ettiğinde, buradaki verileri bilmediğinden mi, hayır, farklı bir anlam alanına sürüklüyor kelimelerini yazar: Bu kez bir algı dairesinin içindeyiz. Karşı duruşumun kaynağında da o kaldı ki. Yer ya da ev bağlamında, erkek geçer gider, gelir oturur, yerleşir ya da çeker gider, ama uzamda yaşamaz, yarı yarıya buradadır fikri, bana kalırsa dayanaktan yoksun bir genelleme olmuş.

“Ev Kadını” statüsünün bir benzeri erkek için pek geçerli olmamıştır, doğru; “evinin kadını” tamlaması “evinin erkeği” tamlamasıyla içeriği açısından çakışmaz kesinkes; “evde kalmışlık” daha çok dişilere yakıştırılan yaftadır; her dilde “dişi kuş yuvayı yapar” sözünün bir çeşitlemesine, değişkenine rastlarız, bunlar da doğrudur. Daha önemlisi, alışılagelmiş gündelik yaşam normlarında evin düzenini kurmak ve işletmek, evi çekip çevirmek, ev işlerinin bir çoğundan sorumlu tutulmak türünden temel fiillerin kadına verilmiş, bırakılmış, yüklenmiş olması şüphesiz. Evi kadının kılan etmenlerin başlıcaları bunlar: O/nun algı alanını belirledikleri ortada belki, ama bu kadarıyla kısıtlı tutulabilir mi söz konusu alan?

Duras’nın yapıtında yer’in ve ev’in kapladığı tabakaların ince, derin bir yazıyla örüldüğü kesin. “Ev kadını” formatına oturtulması olanaksız, öyle yaşamamış bir Woolf’ta ya da Yourcenar’da da mekânlar derinlemesine işlenmiştir: Bilmem Duras gibi, bütün kadınlara maledilebilecek bir algı ayarından dem vurabilir miyiz, onlara bakıp?

Erkek dünyasına dönelim: Husserl’in, Bachelard’ın, Merleau-Ponty’nin felsefî yapıtlarında; Locus Solus’te, Hayat Kullanma Kılavuzu’nda, Proust’ta ya da Beckett’te yer, ev, oda, uzam perspektifinin son derece can alıcı, karmaşık algı konumları yaratmadığı nasıl düşünülebilir? ‘Öyle yazmaları, öyle yaşadıklarını göstermez’ denilirse katılmam: Yazının soyut bir beyin çalışmasına indirgenmesi yanlışın büyüğü olur.

Şüphesiz, Marcel ile Céleste, Samuel ile Suzanne, Turgut ile Tomris farklı merceklerden görüyorlardı yerleri, evleri, mekân algıları örtüşmüyordu. Gelgelelim, çiftin teklerinden biri orada yaşarken, ötekisi beride seyretmiyordu.

Konuya yaklaşmama yol açan tasa, yanıt verme olanağı olmayan bir hayalet-partönerin cümlelerine diklenme isteğiyle sınırlansın istemem. Karşıçıkmak, sonunda ne söylenecek olursa olsun, arada yerdeğiştirme çabaları gerektirir. Asıl korkum, dişi düşünce ve algı formatıyla eril olanın kutuplaşmasının handiyse doğal bir konumda görülmesinden kaynaklanıyor bu bağlamda: Yazı âleminde, yaratı dünyasında ikizlerimiz ayrı “cins”ten olsalardı, ürpermemiz beklenmez miydi?

Louise Bourgeois’yle arakhne üzerinden yaşadığım derinlemesine buluşma, sanatçının “ev çalışmaları”yla iyiden iyiye pekişmişti. 1945-47 döneminde gerçekleştirdiği “Kadın-Evler” dizisinde, evi büst hizasından, başı kaplayacak biçimde tasarlaması, karnı ve karın altını çıplak bırakması dikkat çekiciydi: Bir imgelem ürünü, zihni kaplayan bir uzam anlayışı diyebilir miydik? Dişiliğine indirgemediğine varmıştım evi, o yapıtlara bakarken. Tersine, cinselliğini geniş ölçüde dışarıda bırakmış, gövdesinin erkek gözünden “yuva”sını uzakta, altta konumlamayı yeğlemişti.

1990’lı yıllarda bir başka diziye yöneldi Bourgeois: “Kırılgan Evler”de soyutlama eğrisi yüksekti, ipince dört bacağın üstünde bir düzlem, ola ki dümdüz bir çatı, less is more, ev gerçekten de bütün kırılganlığıyla, yalıtılmış bir imge olarak, neredeyse güç belâ ayakta duruşuyla, aynı arakhne’ler, önümüzdeydi.

Aklıma, ilkokula başladığım yıl, yazı defterime çizdiğim evler geldiğine göre, buluşma sağlanmıştı.

O evleri, içlerinde bir ömür geçirmişçesine tanıdığımı söylesem, Marguerite, aklınıza yatar mıydı?

Arka Kapak dergisi 14. sayı