Tuğba Güner

GATTACA (1997): Uma Thurman, Ethan Hawke, Jude Law gibi önemli oyuncuların yer aldığı film nedense distopya filmleri içinde hak ettiği değeri pek görmedi. Hatta ülkemizde vizyona girmedi. Genetik biliminin hayatımızda gittikçe önemli olduğu gerçeği önümüzdeyken bu film, görmemiz gereken yapımlar arasında yer alıyor. Bir dünya düşünün ki herkes genetik açıdan mükemmel. Çünkü siz daha doğmadan anne ve babanız tarafından “sipariş ediliyor” ve üstün yetenekli, kusursuz bireyler olarak dünyaya geliyorsunuz. Ama Vincent gibi normal doğanlar da var ve onlar mükemmel olmadıkları için toplum tarafından hayat boyu dışlanırlar. Bu durum Vincent’in çok çalışmak istediği şirkete girmesini engeller. Onun, dünyaya mükemmel bir sipariş olarak gelmiş birisinin DNA’sına, kanına ihtiyacı vardır. Hikâyemizdeki çatışma da burada başlar. Mükemmeliyetçilik, kimlik bunalımı, kader gibi konulara da değinen filmin sanat yönetmenliği dalında Oscar adaylığı bulunuyor. Çünkü kostüm, renk, ışık seçimleri filmin konusuna yüksek oranda hizmet ediyor. Karşınızda sürekli DNA sarmallarını görüyor, o yaratılmaya çalışılmış stabil ortama “maruz” kalıyorsunuz. Bu arada Gattaca kelimesinin, DNA sarmalının harfleri olan g-a-t-c’dan meydana geldiğini de dikkatinize sunarız.

eXistenZ (1999): Crononberg’in yazdığı ve yönettiği Varoluş, insanların gerçek yaşamdan kopup kendi istekleriyle bir bilgisayar oyunu olan eXistenZ içine dâhil olmaları üzerinden ilerliyor. Film bu açıdan sanal gerçekliği merkeze alıyor. Ama bir çelişkiyle karşılıyoruz: Gerçeklik ne zaman başlar? Oyun bitince mi, başlayınca mı? Sanal ortamın yaşamımıza, sosyal ilişkilerimize gittikçe hâkim olduğu günümüzde bu durumun boyutlarının nerelere kadar varabileceği, 21. yüzyıla girmenin eşiğindeyken Crononberg tarafından gözler önüne serilmiş. Oyun öyle bir dünya sunuyor ki gerçek dünya oldukça heyecansız ve sıkıcı görünüyor. Oyun içinde yaşamaya yaşamak denilemez ama bu durum oldukça da çekici gelebiliyor. Kendi elleriyle uydurma bir yaşam içinde var olarak her türlü fantazileri gerçekleştirmeyi tercih eden insanlar acaba yarattıkları oyuna bağımlı bir “hayat” sürmüş olduklarının farkına vardıklarında bu karmaşadan kurtulabilecekler midir? Crononberg, distopyanın kuralı olan karamsar, mutsuz gelecek kavramını yıkarak ters köşe yapıyor. Mutlu ama mekanik bir topluma ütopya diyebilir miyiz? eXistenZ, bir bilgisayar oyunu üzerinden kontrolsüz bilimsel ve teknolojik gelişmelerin tehlikelerini göstererek pek çok soruyu kendimize sormamızı sağlıyor.

BLIENDNESS (2008): 2008 Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan Körlük, Nobel Ödüllü José Saramago’nun kitabından uyarlanan bir film. Distopya filmleri, bilim kurgu karışımı yapımlar olsa da bu filmde dram ögesinin de baskın olduğunu söylemek lazım. Herkesin teker teker kör olduğu bir şehirde sadece bir göz doktorunun karısı bu salgına yakalanmaz ve olan biten her şeyi açıkça görür. Onun gibi olan biten her şeyi gören birileri daha vardır: Seyirciler. Hemen hemen herkesin görme yetisini kaybettiği filmde etrafta olanları bizler görebiliyorken karakterlerin tehlikeleri göremiyor olması, filmdeki gerilimi daha da arttırıyor. Kaos ortamıyla normal hayatı aynı anda yaşatan film, insanlığın sonunun çok basit yollarla gelebileceğini gözler önüne seriyor. Klasik bir felaket filmi olmaktan çok öte. İnsanı insan yapan değerleri böyle bir ortamda kaybettiğimiz zaman bireyselciliğin körlükten daha beter sorunlara yol açabileceğini gösteriyor. Tabii ki edebiyat uyarlamalarının handikaplarından biriyle karşılaşıyoruz: Film mi daha iyi yoksa kitap mı? Fakat özellikle insan psikolojisini yansıtış şekliyle kitap ve film ayrı tatlar veriyor. Julianne Moore, Mark Ruffalo, Alice Braga gibi isimlerin yer aldığı filmde Gael García Bernal’i bu sefer ürkütücü bir anti kahraman olarak görüyoruz.

KOINONIA (2014): Ekonominin çöktüğü, insanların perişan olduğu bir dünya… Herkes hayatta kalmak için mücadele veriyor, başaramayanlarsa açlıktan ve güvensiz ortamlardan dolayı ölüyor. Önceden aile babası olan John ise tek başına bu mücadeleyi verirken Faraday denilen bir yere ulaşmaya çalışıyor. Bulunduğu türün içinde en az bilinen filmlerden olan Koinonia, aslında karşı karşıya kalmamızın çok da imkânsız olmadığı bir dünyada geçiyor. Ekonomideki en küçük bir dalgalanmanın bile hayatımızdaki dengeleri değiştirdiği gerçeğini göz önünde bulundurursak film bu mesajıyla distopya olmaktan ziyade bir ayağı gerçeklikte bulunan “korkutucu bir gelecek” sunuyor. Filmografisinde üç film bulunan ve ikisi distopya olan yönetmen Andrew Finnigan’in adını bu türde duymaya devam edeceğiz.

NEVER LET ME GO (2010): Beni Asla Bırakma, hüzünlü bir distopya. Filmin başlarında hastalıktan dolayı insanların ölmediği bir dünya size ütopya gibi gelebilir ama insanlardan kopyalanan klonların zamanı gelince teker teker organlarını verdikleri bir dünya, keskin bir şekilde distopyadır. Özellikle bu klonlar kendilerini normal insan olarak görüp klon olduklarını ve gün gelince ölmek zorunda olduklarını belirli bir yaştan sonra öğreniyorlarsa… Yatılı bir okulda eğitim gören klonlar, pek çok açıdan insani özelliklere sahip olsalar da onların aileleri yok, geçmişleri yok fakat geleceklerinin rotası belli.

Kendilerinin klon olduklarını öğrendiklerinde de kaçış yolu bulamadıkları için gerçekliklerini hüzünlü bir şekilde kabul etmeleri insanın içini burkmaya yetiyor. Dışarıdaki dünya onları basit, ihtiyaç hâlinde organları kullanılmaya hazır metalar olarak görüyor. Beni Asla Bırakma, Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun eserinden uyarlama. Ve kitabın İngilizce olarak yazılmış en etkileyici 100 roman kategorisinde olduğunu, Pulitzer adaylığının bulunduğunu da söyleyelim. Yönetmen kitabı çok başarılı bir şekilde sinemaya yansıtmış. Hâl böyle olunca filmi izledikten sonra kitabı da okumak için sabırsızlanacağınız kesin.

CANAVARLAR SOFRASI (2011): İlk distopik Türk filmi olma yolunda adım atmış olan Canavarlar Sofrası bütün değerlerin alt üst olduğu biraz Orwell’in 1984’ünden, biraz Fahrenheit 451’den beslenmiş bir yapım. Hangi ülkede ve zamanda olduğunuzu bilmediğiniz, isimsiz kişilerin olduğu bir sofrada akşam yemeğinde buluyorsunuz kendinizi. Tek mekânda geçen yemek üzerinden ülkedeki vahşi ve baskıcı sistemi anlıyorsunuz. Totaliter bir rejim, ahlaki değerler çürümüş, pek çok özgürlüğünüz kısıtlı, tüketime ve her açıdan hedonizme odaklı insanlar… Geleceğin karanlıklılığı ve soğukluğu gerek müzik gerekse de sanat yönetmenliği konuşturularak izleyiciye yansıtılıyor. Tiyatral bir şekilde aktarılan Canavarlar Sofrası izleyenlere ürkütücü, rahatsız edici ve abartılı gelebilir. Daha önce denenmemiş bir tarzda çekilen film, gösterildiği festivallerden tepki çektiği kadar ilgi de gördü. Filmin ödüllerinin de olduğunu hatırlatalım.

BATTLE ROYALE (2000): Japonyahem ekonomik hem de toplumsal açıdan bir çöküş hâlindedir. İşsizlik gittikçe artmakta, şiddet eylemlerinde bulunan gençler çoğalmaktadır. Bu durumla nasıl baş etmesi gerektiğini düşünen hükümet, problemi çözmeye gençlerden başlar. Battle Royale adında bir yasa çıkarır. Herhangi bir lisenin 9. sınıfına giden 42 öğrenci zorla bir adaya sürülür. İçinde biraz yiyecek, su ve silahın olduğu bir çantayla adaya bırakılan gençlerin hayatta kalmak için yapacakları tek şey birbirlerini öldürmektir. Hayatta sadece bir kişi kalabilecek ve bu oyun yıllarca anlatılarak herkese ders olması sağlanacaktır. Film izleyiciler tarafından “Açlık Oyunları’nın Japon versiyonu” olarak anılsa da Battle Royale’nin Açlık Oyunları’na ilham olduğunu, adaya sürülen çocukların hayatta kalabilmek için birbirlerini öldürme fikrinin Sineklerin Tanrısı’ndan esinlenebilmiş olduğunu söylemek gerekiyor. Karakterlerin psikolojik değişimlerinin çok hızlı olduğu ve bol bol kanlı sahneler göreceğiniz film, bu açılardan rahatsız edici olabilir. Ama kurgusu, oyunculukları ve başarılı bir kitap uyarlaması olması ile görülmesi gereken yapımlardan.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 17.sayısında yayınlanmıştır.