Atakan Yavuz

“Edebiyat özellikle okumaması gerekenlere hitap eden bir yazma sanatıdır.” Ranciere’den öğrendiğim bu cümle aslında ideal okurun da tarifini veriyor. İdeal okur da ana akım, sanat piyasası veya kültür endüstrisi tarafından sürekli merkeze itilen kitapları değil, kendisini “tedirgin bir sohbete” davet eden, duymaması gereken teklifleri ileten, sapmaması gereken yollara çağıran kitapları tercih eder. Ranciere’in bu konuda verdiği örnek Balzac’ın Köy Papazı romanının kahramanı Veronique’dir. Bir demircinin kızının hayatı tesadüfen karşılaştığı Paul ve Virginie romanıyla radikal bir şekilde değişir. Çünkü köyün vasatının ötesinde bambaşka dünyalar olduğunu öğrenmiştir. O artık kolektif bilincin sessiz bir nesnesi, alık bir müşterisi değil, menfaatsiz ve haz duyarak okuyan, kendi hayatını kitapların terazisinde tartan bir insan tekidir. Demek ki ideal okur için birkaç ölçüt var elimizde. Okumaması gereken kitapları arayarak haddini aşması, profesyonel/ reklam kokan önerilerden kaçınarak aklının ve  tesadüfün gücüne inanması. Soru şu: Eğer zihin konforumuzu sarsmayacaksa, hayata bakışımızda bir değişiklik yapmayacaksa okumanın gayesi nedir ki? Aynı insan olarak kalacaksak bunca külfete değer mi?

“Haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi”

Genç bir şair adayı iken baskısı olmadığı için çantamda aylarca fotokopisini taşıdığım, artık çoğu şiiri –“Ölüm Fügü”, “Corona”, “Bademlerden Say Beni” şiirleri mesela- ezberimde olan Paul Celan’ı okurken bu duyguyu daha güçlü hissettiğimi hatırlıyorum. Çünkü şiir dil yapısı ile düz yazının ulaşmayacağı yerlerine dokunur ruhumuzun. Ben de ideal bir okur adayı olarak kitap önermekten ziyade okuduklarım hakkında tedirgin bir sohbete davet etmek isterim okuru. Çünkü o Celan fotokopisinden şiirin aslında bir tokalaşma teklifi, yeryüzü ile değil insan ve varlıkla diyalog kurma girişimi olduğunu da öğrendim. Tedirgin sohbeti ise üzerindeki muamma gölgesi hâlâ kalkmamış olan Heidegger-Celan buluşmasından duydum. 1967 Haziran’ında şairle filozof arasında, filozofun artık “turist tuzağı” haline getirilmiş olan kulübesinde geçen sohbette Celan’ın filozofa sorulmaması gereken bazı soruları sorduğu tahmin ediliyor. (“Todtnauberg” şiiri bu buluşmayı konu alır.) Demek ki şiir aynı zamanda sorulmaması gereken sorularla felsefeyi köşeye de sıkıştırır. Çünkü hayatın içinden çekip çıkarmaktadır sorularını. Büyük sorular ise kitapların değil hayatın içinde dolaşır.

“Şiirle El Sıkışma Arasında Fark Görmüyorum”

Celan’ın Cem Yavuz çevirisi ile Sesler İşitin Bizi de[1]  başlığı ile yayımlanan şiirleri, fotokopilerin –o dönemde “Mona Roza” fotokopileri de dolaşırdı çantamızda- başka seslerle tanışmanın hazzını, her şeyden önce el sıkışmanın verdiği güven duygusunu yeniden hatırlattı bana. El sıkışmak veya diyalog kurmak için şiir okunan günleri. Şairle şair, okurla şiir arasına başka medya ya da piyasa stratejilerinin girmediği günleri.

Celan “filozofların şairi” olarak bilinir. Wittgenstein’in “şairlerin filozofu” olarak bilinmesi gibi. Heidegger’den, Badiou ve Agamben’e kadar pek çok filozofun atıf yaptığı, argümanlarını dayandırdığı bir isim Celan.  Heidegger’in “Şairler Ne İşe Yarar Yoksunluk Zamanlarında?” başlıklı meşhur denemesinden şu sözün altını çizmiştir, onun felsefesini en iyi anlayan şairlerden olduğu için: “Dil varlığın evidir.” Halbuki Celan’ın hayatına biraz daha yakından bakacak olursak “Şiir bu dünyada evi olmayanların dilidir,” demek daha doğruymuş gibi gelir bana.  Zaten bir konuşmasında da “bu kayıpların ortasında kaybolmayan bir tek şey kaldı, o da dildir,” demişti şair. (Onun filozof gibi şehirde emniyetli bir evi, makamı, düzenli geliri olmadı hiç. Emily Dickinson, Mallarme, Pessoa, Ungaretti, Rimbaud, Yesenin, Valery, Mandeşltam ve Khlebnikov gibi çok önemli şiir çeviriler yapsa da maddi sıkıntıları hep devam etti.) Has şiir, payına el konulmuş suskunların ya da majör dil tarafından konuşturularak susturulanların adına konuşur. İnsan kendi eseri olan teknik tarafından kuşatıldıkça “asıl olana” giderek körleşir. İşte şiir burada devreye girer, çoğu filozofu da bu yönüyle cezbeder. Dil şiirde tezahür eder, böylece esastan uzaklaşan insan kuşatıldığı çözülme ve çürümenin –evinden giderek uzaklaştığının- farkına varır. Doğrudan insana olmasa da insanın aslî tabiatının kıyısına şiirle varılır.

Hani kalpler almıştık çiçekçi kızlardan/ Mavi mavi açılmışlardı suda/ Tam odamızda yağmur başlamıştı

Okurun aklına şöyle bir soru gelebilir: Büyük yayınevleri tarafından kitapları yayımlanmış bir şair/ yazar neden kıyıda kalmış ya da susturulmuş olsun ki? Celan yakınlarını toplama kampında kaybetmesi, kendisinin de orada on sekiz ay taş ve moloz taşıması, sürgün hayatı yaşaması, Şair Ingeborg Bachmann ile aşkı, intiharı vb. trajik tarafıyla daha çok öne çıkan bir isim. Tıpkı hayatî trajedileri eserlerinin önüne geçmiş Georg Trakl, Osip Mandelştam, Sylvia Plath ya da Nilgün Marmara gibi marazi bir ilgi bu. Belki burada eleştirmenin devreye girmesi gerekir. Batı’da Celan hakkında bu trajedinin ötesinde şiir kalitesi bakımından değerlendirmeler yapan pek çok kitap yayımlandı. Bunlardan bir tanesi, Heidegger’le ilişkisini ve karşılıklı etkileşimlerini anlatan Tedirgin Sohbet (James K. Lyon) yine Cem Yavuz çevirisi ile geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu kitaptan da anlıyoruz ki Celan şiir kalitesi ve entelektüel donanımı bakımından da önemli bir şair. Alman edebiyatının II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en önemli isimlerden. Ayrıca Ahmet Cemal’in ve Cem Yavuz’un önsözleri ve dipnotları şiirlere nüfuz edebilmemiz bakımından onun hakkında gayet açıklayıcı bilgiler veriyor. Trajedide kişiler konuşmaz. Biz de bir adım ileriye gidip şiire bakalım; şiir bir adım ileridedir her zaman.

Her çeviri bir öncekinin eleştirisi, okur içinse yeni bir deneyim ve zihinsel zenginliktir. Oruç Aruoba’nın sade, Ahmet Necdet/ Gertrude Durusoy’un lirik, Ahmet Cemal’in rasyonel, Cem Yavuz’un klasik bir dil zevkiyle yaptığı çeviriler Türk okuru nezdinde farklı cepheler açıyor. Cem Yavuz’un Sesler İşitin Bizi de başlığı ile yayımlanan son çevirisi ise şu ana kadar yapılan çevirilerin en kapsamlısı. Yüz elli şiir yer alıyor kitapta, çoğu da ilk kez Türkçeye çevrilmiş. Her bölümün başındaki ve kitabın sonundaki açıklamalar ise okuma deneyimini oldukça verimli kılıyor. Celan aslında çevrilmesi oldukça zor bir şair. Hem kelimeleri kırıyor hem de yeni kelimeler türetiyor. Çok sayıda kapalı, derinlikli imgelerle kuruyor şiirlerini: “Sen, ey sıkışıp kalmış/ içinin en içine, doğ/taş kendinden ilanihaye.”[2] Müzikalitesi yüksek derin lirizmi ise kendisini hem dönemin kitlesel paranoyasından hem de tektipleştirici kolektif dilden ayırarak, aslî olanı içeride aramak için tercih ediyor: “Koparıp al rüyanı yığından.”[3] diyor. Şiiriyle tarihi reddediyor aslında, insanı merkeze alan başka bir dil teklif ediyor. Bademlerin acı tadına katılan hakiki bir dile temas ediyor. Bachmann’ın bir mektubunda yazdığı gibi “O artık yeni bir mecraya taşınmıştır, metaforlar kaybolur, kelime (wort) ile dünya (welt) arasında yepyeni bağlar kurmaktadır.”

 “Bazen bir deha kararır ve kalbinin acı kuyusuna gömülür.”

“Kalbin acı kuyusundan” çekilmiş şiirler bunlar. Gözyaşının gözde, kalp kırığının kalpte tecessüm etmediğini yaşayarak öğrenenler için. Gücünü ise bütün politikliğine rağmen siyasetin dilinden ödünç almadan sözünü söylemesinden alıyor. “Ölüm Almanya’dan gelen bir ustadır,” derken biz ne demek istediğini anlıyoruz. Bunu dört defa tekrarlamasından da. Şiiri siyasetin düz ve kuru mantığına, kimlik siyasetine başvurmadan teknik ve bilimsel hurafeler tarafında kuşatılmış insanın onuruna böyle bir aleladeliği yakıştıramayan bir insan teki olarak söz alıyor. Evrenselliğini de büyük ihtimalle trajik hayatından çok bu yönüne borçlu. Alman edebiyatı uzmanı Fransız yazar Claude David’in onun hakkında “Alman dilinin en büyük Fransız şairi,” demesi sanırım bu bakımdan açıklayıcı. Heidegger, Celan için Hölderlin neslinin gerçek devamı, demişti. Kendisini Seine Nehri’nin sularına bıraktığı gece masasındaki açık kitap da Hölderlin’in kitabı idi. Altı çizili cümle ise şuydu: “Bazen bir deha kararır ve kalbinin acı kuyusuna gömülür.”

Heidegger’le Kara Orman’daki kulübesinde buluşmadan bir gün önce, binden fazla kişinin katıldığı bir şiir okuma gecesinde Celan da şiir okur. Filozof da protokol koltuğundadır. Daha sonra kuliste gazeteciler ikisi ayak üstü sohbet ederken bir fotoğraf almak ister. O anda ani bir refleksle kendisini geri çeker Celan. Nazi iktidarına olan sempatisinden dolayı bağışlamamıştır çünkü filozofu. Ben Celan’ın şiirini en çok bu ayrışmanın açıkladığını düşünürüm hep: Ayrışmak, kirlenmiş olandan bir adım uzak durmak. Tam da filozofun onu tarif ettiği cümlelerde olduğu gibi: “Herkesten ilerde olmasına rağmen kendisini herkesten geride tutuyor.”[4] Halbuki aslolan ilerde olmak değil geride olmaktır; aşkın, şiirin ve hayatın yanı başında, “acı olup da bizi uyanık tutanlarla” ve “zaman kırmızısı dudaklarla.” Onlar da geridedir çünkü. İlerde olanların asla anlayamayacağı o yerde. Öyleyse Celan da okunmaması gereken bir şairdir, bizi rahat koltuğumuzdan kaldırıp, herkesten ayrışarak varlığın, aşkın ve hayatın yanına çağırır; açıklığa, olmamız gereken yere. “Geceleyin kalbini göğsünden söküp alan, kavuşur güle.” [5]

 

Dipnotlar:

[1] Cem Yavuz/ Sesler İşitin Bizi de/ Mart 2022

[2] Cem Yavuz a.g.e.

[3] Cem Yavuz a.g.e.

[4] Cem Yavuz a.g.e. önsöz içinde

[5] Cem Yavuz, a.g.e.