Azra Gülce


“Çocuklar neden Ömer Seyfettin okur?” ya da “Ömer Seyfettin’i sadece çocuklar mı okur?” Özellikle ekşi sözlük’te bu sorulara yanıt olacak entry’ler mevcut. Bazıları yazarı pedagojik olarak sakıncalılar listesine alırken; kimileri de söz konusu hikâyelerin ileriki yaşlarda, memleket ve dünya tanındıkça okunması gerektiğini söylüyor. Yazarın hâlâ insanların gündemini işgal etmesinin, onun aslında kaleme aldıklarının hayatımızın en azından bir bölümüne dokunuyor olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Ömer Seyfettin, genç yaşta vefat etmesine rağmen (36 yaşında) ardında 151 hikâye bırakarak, ne kadar üretken bir kalem sahibi olduğunu göstermiştir. Onun temel geçim kaynağı yazarlıktır. Bu yüzden bazı hikâyelerini alelacele yazmak zorunda kalır. Türk edebiyatı tarihinin en önemli isimlerinden Tanpınar, bu tarz aceleci anlatıları beğenmediğini belirtir; fakat Seyfettin’in kısa hikâyeleri, zamanın sosyal ve siyasal olaylarını yansıtması açısından tarihî değer taşır. Mesela bu hikâyelerde, “Yeni Türk” idealini şekillendiren “gerçek olaylar”, fikirler ve şahsiyetler arasında paralellikler kurmak mümkündür. Ömer Seyfettin’in fikriyatını anlamak için hikâyelerinden bazılarını ithaf ettiği isimlere (Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Reşat Nuri) ve temsil ettikleri yapılara bakmak, aslında onun toplumun tamamını kuşatıcı bir perspektif sahibi olduğunu görmemizi sağlar.

Yeri gelmişken yazarın İttihatçı ve buna bağlı Türkçü damarına da parantez açalım: Bugünden bakıldığında “Ömer Seyfettin faşisttir!” önyargısı belki elimize küçük resimler tutuşturur ama asıl tabloyu görmemizi engeller. Çünkü devrin şartlarını ya da “zamanın ruhu”nu iyi okumak icap ediyor. Seyfettin, askerî eğitim görmüş, akabinde Selanik’teki Üçüncü Ordu’da görev almış, Balkan Savaşları faciasını yaşamış; hatta düşmana esir düşmüş biridir. Kaldı ki onun zihni, istibdattan bıkmış her “devrimci” gibi, İmparatorluğun “gizli başkent”inde özgürlük nutukları altında şekillenmiştir. İlk Düşen Ak’ta gençliğinin karabasanlarını revolverle kovalar sanki: “Yaşasın hürriyet! diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıâli’de birinci defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak! … Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı: Yaşasın hürriyet!”


Ömer Seyfettin – Hikayeler 1
Ömer Seyfettin
Dergah Yayınları

Selanik’te milliyetçi fikir dergisi Genç Kalemler’i çıkarıp, Harf Devrimi’nden önce Yeni Lisan’ın savunuculuğunu yapan Ömer Seyfettin, Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan üç yaş küçüktür. Demem o ki saltanata son verip, Cumhuriyet’i inşa eden kadrolar ne kadar milliyetçi, laik ve yerli ise Seyfettin de o kadar “modern”dir. Bu süreç, iki yüz yıllık bir varoluşun fotoğrafıdır ve yazarın 36 yıllık yaşamını da sonrasını da aşacak çapta bir “mesele”dir.

Yahya Kemal’in “Türk tarihinin en büyük kaybı, Rumeli’nden çıkmaktır.” sözünü anlayanlar ya da anlamayanlar, Seyfettin’in Forsa’daki son cümlesini de anlarlar ya da anlayamazlar: “Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?” Çünkü kurucu akıl Balkanlar’dır. Yalnız Efe’de resmedilen görüntü, evvel/ahir ikilemini de gözler önüne serer: “Sivastopol muharebesinden sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz bir yangın gibi bu bin senelik ana yurdunu yakıp tutuşturuyordu.” Namık Kemal’in de “vatan”ı Silistre değil midir? Anadolu romantizmi, elde avuçta sadece bu tarihî ve büyük yarımada kaldıktan sonra mevcut malzemeyi değerlendirmek adına icat edilen bir hâldir. Bu açıdan bakınca Seyfettin’in Çakmak’ı yanarken, Yakup Kadri’nin Yaban’ıyla göz göze gelirsiniz.


Ömer Seyfettin – Hikayeler 2
Ömer Seyfettin
Dergah Yayınları

Ömer Seyfettin’in “yarattığı” Türk imgesi yer yer hakikatten kopukluklar arz eder. Ancak 600 yıllık vatan toprağında “gayrimüslim tebaa”nın attığı dayak, ruhlarda silinmez izler, hatıralar bırakır. Ki ol sebepten Başını Vermeyen Şehit’in epigrafı Peçevi Tarihi’nden alıntıdır. O yüzden Muhteşem Süleyman’ın son seferi olan Zigetvar, “yıkılmaz bir ölüm seddi” olarak tasvir edilir. “Kızılelma yolunu kapattığı” için bu kaleye içten içe kızılır. Bence Seyfettin’in “Türk”ü; bağnaz bir şovenist tavır değil, dağılmış bir imparatorluğun yıkıntıları içinde, düvel-i muazzamaya karşı ayakta kalma mücadelesi veren romantik bir sestir. Yoksa onun Memlekete Mektup adlı öyküsünde kurduğu şu cümleyi, bugün Çemberlitaş’taki mekân için biz sarf etsek muhtemelen Twitter linçine uğrardık: “Türk Ocağı, âdeta sigara içmeye mahsus bir kulüpmüş!”

Söz konusu metinler, kusurları ne olursa olsun, “sevgili kâri”nin okuyucuya evrilmesini, yani onun modernleşme sürecine içeriden bakmasını ve böylece bireyin sosyal değişime nasıl uyum gösterdiğine dair yeni bir anlayış kazanmasını sağlar. Ömer Seyfettin’i “Türk hikâyeciliğinin Anton Çehov”u olarak niteleyen Kemal Karpat Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum adlı kitabında şu sözleri not düşer: “Son tahlilde değişimin etkisinin nihaî taşıyıcısı bireydir. Dolayısıyla gerek edebiyatın oynadığı rolün gerekse bizatihi edebiyatın genel değişim süreci çerçevesindeki dönüşümünün daha eksiksiz ve rafine bir şekilde değerlendirilmesi değişim konusundaki ufkumuzu genişletecektir.”

Bütün ateşli siyasal yaşantısına rağmen Ömer Seyfettin denince akla niye hemen İlk NamazKaşağıDiyetPerili KöşkBaşını Vermeyen ŞehitAnt gibi hikâyeler düşüyor? Kişisel tarihinde kaleme aldığı ikinci öyküsü hâlen bizle konuştuğu için mi: “Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak… O görülemeyen melaike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…”

Meraklısına not: Geçtiğimiz şubat ayında yazarın dünyaya geldiği yere gittim. Kasabanın girişinde yer alan “Ben Gönen’de Doğdum” tabelasını görünce epey bir ümitlendim. Ardından Ömer Seyfettin Meydanı’ndaki heykeline uzun uzun baktım. Ama yazarın, Gönenli Mehmed Efendi’nin de vaaz verdiği Çarşı Camii yakınındaki metruk evini görünce “mukaddes bir rüya beyazlığı” gözlerimin önünden silindi gitti…

Arka Kapak dergisi 32. sayı