Abdurrahman Üzülmez

Daron Acemoğlu İstanbullu bir vatandaşımız. 2013 yılında Sosyal Bilimler dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü’nü almış. James A. Robinson’la beraber hazırladıkları kitap Ulusların Düşüşü adıyla çevrilmiş. Bu isim eserin içeriğiyle uyumlu değil aslında. Altbaşlık ise kitabın konusunu bir bakıma özetliyor: “Güç, Yoksulluk ve Zenginliğin Kökenleri”


Ulusların Düşüşü
Daron Acemoğlu, James Robinson
Çevirmen: Faruk Rasim Velioğlu
Doğan Kitap

Barrington Moore Jr’ın tam yarım asır önce basılan Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri adlı eseri demokrasi veya diktatörlüğe dayalı yapıları –aynı zamanda ekonomik gelişmeyi- toplumsal/sınıflararası ilişkilerin mahiyeti ile ilişkilendirir. Acemoğlu-Robinson ikilisinin eserlerinden birinin adı da Moore’un eserinin nerdeyse aynısı: Economic Origins of Dictatorship and Democracy. Tek fark “social” yerine “economic” yazılmış olması. İçeriği bakımından Ulusların Düşüşü de temelde aynı konuyu işliyor.

Aslında bir tek soru var. O da basit. “Onlar” niçin “biz”e benzemiyor? Bu sorunun sorulabilmesi için de insanların “biz” ve “onlar” olarak sınıflandırmak şart. Dolayısıyla “batı”nın kendisini “öteki” yoluyla tanımlamasının doğal bir uzantısıdır bu soru. Aydınlanma döneminde ifade edilen “medeniyetler”in nasıl ortaya çıktığına ilişkin soru da gene aynı sorunun başka bir versiyonudur. Marx ise bu soruyu başka bir perspektifle sordu:“Kapitalizm nasıl doğdu?”

Acemoğlu-Robinson’un sorduğu soru ise meselenin ekonomik yönüne vurgu yapıyor: ‘Günümüz dünyasındaki ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizliğin neden(ler)i nedir?’ Bu soruya temelde iki farklı cevap verilmiştir. Dünyadaki ülkeler arasındaki gelir eşitsizliğinin kaynağında coğrafi faktörlerin yattığını ileri süren coğrafya hipotezi ve kültürel farklılıkların (din, inanç, değerler, ahlak) belirleyici olduğunu ileri süren kültür hipotezi.

Kültür hipotezinin en az Max Weber’e kadar çıkan bir soykütüğü vardır. Yazarlar haklı olarak, kapitalizm ve buna bağlı olarak batı Avrupa’nın yükselişinde “Protestan ahlakı”nın anahtar rol oynadığını ileri süren tezini de bu kategoride değerlendirir. Esasen her kültür hipotezi özcü niteliklere sahiptir. Nitekim Bryan S. Turner’in Max Weber ve İslam adlı eserinde ileri sürülen ve temellendirilen temel tez de budur. Coğrafya hipotezine ise verilen örnek J. Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı eseridir. Acemoğlu-Robinson coğrafya hipotezinin de dünyadaki eşitsizliği açıklamaktan uzak olduğunu ileri sürmektedir. Ancak şunu söylememiz gerekir ki Diamond’un sözkonusu kitabının cevaplamaya çalıştığı temel soru ile adı geçen yazarların kitabındaki temel soru benzer olmakla beraber farklıdır. Dolaysıyla Diamond’un tezine yapılan itiraz yersiz görünmektedir. Çünkü onun sorusu genel olarak dünyadaki ekonomik eşitsizliğin kaynağını anlamaya yönelik değil, coğrafi keşifler öncesindeki Eski Dünya ve Yeni Dünya arasındaki eşitsizliği anlamaya yöneliktir. Bu çerçevede sorduğu sorulardan birini hatırlayalım: “Neden Amerika yerlileri Avrupa’yı keşfetmedi? Avrupalılar Amerika’yı keşfetti?” Gene onun tezi bu sorunun cevaplandırılması için “coğrafya” etmenini öncelemenin yerinde olduğunu da göstermektedir. Ancak Acemoğu-Robinson’un ileri sürdüğünün aksine Diamond, genel manada coğrafyanın temel belirleyici olduğu varsayımını kabul etmez. Kültürel gelenekler veya ideolojiler, siyasal kurumlar veya gelenekler gibi etmenlerin de belirleyici olabileceğini ileri sürer. Bunu anlamak için ise onun Çöküş adlı eserine göz atmak yeterlidir.

Acemoğlu-Robinson günümüz dünyasındaki devletler/toplumlar arasındaki eşitsizliğin en fazla son beş yüz ve özellikle de son iki yüz yıllık dönemin ürünüdür: günümüzün dünyasını anlamak için binlerce yıllık tarihsel gelişmeler ile günümüz arasında irtibat kurmak sadece gereksiz değil, aynı zamanda yanlıştır, der. Görünüşte son derece mantıklı görünen bu varsayımın eksik bıraktığı bir şey var ama. Kabile yapısı içinde yaşayan ve hatta hâlâ yazılı bir kültür yaratamamış toplumlar ile modern sanayi sonrası toplumlar arasındaki farkı nasıl açıklayacağız? Bazı toplumlar tarihsel gelişimin son evresine ulaşırken, bazıları niçin hâlâ “iptidai” seviyede kaldılar? Zannımca coğrafya hipotezine başvurmadan bunu açıklamak mümkün değildir? Şüphesiz insanlığın muayyen bir seviyeye ulaştıktan sonra coğrafyanın toplumların gelişimi açısından önemi yok olmasa da azalmaktadır. Ancak Braudel’in Gündelik Hayatın Yapıları adlı eserinde vurguladığı gibi yiyecek devriminin gerçekleştiği XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadarki dönemlerden önce en geniş anlamıyla coğrafyanın önemi yadsınamaz.

Bu noktada Acemoğlu-Robinson’un toplumların gelişiminde hangi faktörlerin önemli olduğunu ileri sürdüklerini sorabiliriz? Bu sorunun cevabı basit. “Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar”, toplum menfaatlerini muayyen bir azınlığın hizmetine sunan “sömürücü ekonomik kurumlar”a nazaran ekonomik gelişim için daha elverişlidir. Liberal değerlerin toplumların gelişimi için vazgeçilmez olduğunu ileri sürmekte ve bu bağlamda “verimli döngü”nün sağlanması için şart olduğunu belirtmektedirler. Demokrasi, hukuk devleti ve eşitlik gibi kavramlar bu noktada hayati önemdedir. Bu çerçevede siyasal yapıların sadece muayyen bir zümreyi koruması değil, eşitliği gözetmesi, tekelleşmenin engellenmesi, hukuk kurumlarının/mahkemelerin belirli şahıs ya da zümreler adına değil, tüm toplumun menfaatlerini gözetmesi, özgürlüğü esas alan bir siyasal sistemin inşası gerekmektedir. Bu varsayımlardan hareketle totaliter rejimlerin hiçbir şekilde ekonomik gelişmeye katkıda bulunamayacağının ileri sürüldüğü düşünülebilir. Ancak bu rejimlerin ekonomik gelişim konusunda hiçbir şekilde hiçbir başarı elde edemeyeceğini değil, sürekliliğin sağlanamayacağını, nihayetinde kısırdöngüye saplanacağını ileri sürüyorlar. Bu varsayımdan hareketle Çin’in “sömürücü ekonomik kurumlara hem de sömürücü siyasal kurumlara dayalı büyümesinin sürdürülebilir büyüme getirmeyeceğini ve muhtemelen sıfırı tüketeceği” öngörüsünde bulunuyorlar. Keza gene bu çerçevede Sovyetler Birliği’nin ABD ile 1970’lerin başına kadar sürdürdüğü ekonomik rekabetin kısırdöngüye girdiğini, yaratıcı atılımlar üretemediğini savunuyorlar.

Yazarların kabul ettiği varsayımlardan biri de ülkelerin gelişiminde iç dinamiklerin belirleyici olduğu. Genel bir prensip olarak yerinde bir varsayım diyebiliriz. Ancak kitapta sözkonusu edilen çoğu Afrika ve bazı Asya ülkesi için bu varsayımın yerinde olmadığını söyleyebiliriz. Zira bizzat kitapta sömürgeciliğin sözkonusu ülkelerde siyasal, toplumsal ve ekonomik yapılara zarar verdiği ve toplumsal gelişimi olumsuz etkileyen kısırdöngüye sebep olduğu çeşitli örneklerle izah ediliyor.

Yazarların, kendi düşüncelerini izah için tarihi dikkat çekici bir şekilde kullandıklarını söyleyebiliriz. Ancak Venedik ve Osmanlı tarihi ile ilgili izahların yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Venedik’in çöküşünün sadece alt sınıfların üst sınıflara tırmanmasına izin veren commenda sözleşmelerinin yasaklanması veya “Büyük Konsey”in diğer toplumsal gruplara kapatılması gibi toplumsal değişimin durdurulmak istenmesiyle izah edilmesinin yetersiz olduğu açık. Zira XVI. yüzyıl ve sonrası gelişmeler sadece Venedik’i değil, tüm Akdeniz dünyasını olumsuz etkilediği bir mütearife.

Tabi bunlar dışında başka konulardan da bahsedilebilir. Ama bu kadarla yetinerek sadece bir hususa dikkat çekeceğiz. Somut tarihsel örnekler üzerinden konu çok güzel ve çarpıcı örneklerle anlatılmış. Tocqueville’nin Amerika’da Demokrasi eserini daha yeni okudum. Kitabı bitirince kendi kendime ‘nihayetinde bildiğimiz liberal tezlerden farklı veya yeni bir şey var mı?’ diye sormadan geçemedim. Cevap ise net: “Hayır.” 

Arka Kapak dergisi 11. sayı