Mehmed Ali Çalışkan

Bu yazıda aşağı yukarı ne yazacağıma dair belirsiz bir fikrim var, ama sonu nasıl biter, bu gemi nereye çıkar tam olarak kestiremiyorum. Çünkü zannettiğiniz gibi özgür bir iradem yok, kendi cümlelerimi ben değil bütün bir tarihim inşa ediyor.

Evet, bu bildiğimiz özgür irade ve belirlenimcilik tartışması ve benim maksadım sizi aslında iradenizin olmadığı konusunda ikna edecek bir yazıyı kaleme almak değil. Ancak şurası kesin ki özgür irade fikri önce insanın kendi psikolojik benliğine daha sonra dünyaya nizam vermek için çok gerekli ve kullanışlı olmasına karşın bunu savunan dini, bilimsel veya felsefi tüm ekollerin temel tezleri ile çatışan bir fikirdir.

Materyalist indirgemeci bir dünya görüşüne sahipseniz, aldığınız tüm kararların beyninizde tarihsel olarak inşa edilmiş dış etkenlere oldukça açık sinirsel bir algoritma tarafından üretiliyor olduğunu bilirsiniz ama yine de bu indirgemeci genel felsefeye dayanan tüm ideolojiler kendi varlıklarını sürdürebilmek için insanın özgür bir iradesi dolayısıyla sorumluluğu olduğuna sizi inandırmışlardır.

Tersine teolojik bir dünya görüşünüz varsa kadiri mutlak bir Tanrı’ya inanmakla beraber, dini görüşün en temel vurgusu olan imtihan ve sorumluluk fikri için Tanrı’nın tüm evreni kusursuzca idare eden iradesini, söz konusu bireysel davranışlarımız olunca görmezden gelir, kendi iradeniz olduğunu varsayıp, hatta iradenizin sonucu olan eylemlerin sizin isteğiniz üzerine Tanrı tarafından yaratıldığına inanıp onu sizin seçtiğiniz eylemleri yaratmaya kayıtlı bir memur seviyesine indirgediğinizi hiç fark etmezsiniz bile.

Tabi ki her iki yaklaşım biçiminde de bu çelişkiyi aşmak için üretilmiş bir çok argüman vardır; bu yazı bilimsel bir tartışmanın zemini olmadığı için bunları geçeceğim ve sizi 20. yüzyıl batı düşüncesinde özellikle biyolojiden gelen özgür irade karşıtı fikirlerin neden başının ezildiğine ilişkin kendi tezimi ileri süreceğim.

Gen Çeviktir
Matt Ridley
Çev: Mehmet Doğan
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

Öncelikle size Türkçeye “Gen Çeviktir” ismiyle çevrilen Matt Ridley’in kitabından bahsetmek istiyorum. Ridley tüm kitap boyunca beynin karar vermede kullandığı biyolojik süreçlerin genler (nature) ve dış etkenlerden (nurture) etkilenmek suretiyle çalışarak insan davranışlarının tıpkı bir robotta olduğu gibi içimizdeki makinaya teslim olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kitabın sonuna yaklaşırken de siz kendinize ait olduğunu düşündüğünüz kararların aslında sizin bilincinizden nasıl bağımsız olduğunu görüp hayıflanıyorsunuz. Kitabın sonunda Ridley’in özgür irade başlığıyla ele aldığı bölümü gördüğünüzde özgür iradeye son darbeyi vuracağını düşünürken sizi bir sürpriz bekliyor. Ridley özgür iradeyi savunuyor, evet şaşırdınız değil mi? Tüm kitap boyunca neredeyse bir makina olarak betimlediği insanın özgür iradesini savunabilmek için bir ton saçma teoriye bizi ikna etmeye çalışıyor ve kendi ana tezleriyle çelişiyor.

Şimdi sizi bir başka hikayeye götüreyim. Şahsen en sevdiğim filmlerden birisi olan, George Nolfi’nin yönetip başrollerinde çok başarılı iki oyuncu olan Matt Damon ve Emily Blunt’ın olduğu The Adjustment Bureau (Kader Ajanları) filmini izlediğimde yukarıdaki çelişkiyi açıklayan ve benim teorimi destekleyen çok net bir diyalogla karşılaşmıştım.

Film basitçe dünyada insanların davranışlarını düzenleyen bir kader bürosunun olduğunu ve insanoğlunun özellikle önemli kararları verirken bu büronun yaptığı ayarlamalar ile belirli yönde ilerlediğine ilişkin hoş bir hikaye idi. Filme göre özgür irade yoktu ve bu ayarlanmış iradeye karşı durup kaderlerinden kendi özgür aşklarına kaçan iki insanın hikayesini anlatıyordu. En sonunda patron (Tanrı) merhamete geliyor ve istemedikleri bu aşka izin veriyorlardı. İlk bakışta özgür iradeyi reddedebilen neredeyse tek filmle karşı karşıya olduğumuzu düşündüm (Bruce Almighty filminde özgür iradeye karışamayan Tanrı’yı hatırlayın) ama bu film bu iddiasını savunabilme iznini alabilmek için batı dünyasında belirlenimciliğin (kaderciliğin) lanetlenmesine neden olan bir istisnayı filmin içine koymak zorunda kalmıştı.


Sonra 1910’da yine geri çekilip size bıraktık. 50 Sene içinde Dünya Savaşı, bunalım, faşizm ve soykırımla ortaya çıkıp en son Küba füze kriziyle dünyayı yıkımın eşiğine getirdiniz. Bizim bile düzeltemeyeceğimiz bir şey yapmadan, tekrar yetkiyi almaya karar verdik. Özgür iradeniz yok David, sadece onun suretine sahipsiniz.

Yukarıdaki bu alıntı kader ajanı (Melek) Thompson’ın David’e özgür iradesi olmadığını anlattığı bölümden.

Burada, filmin genel olarak özgür iradenin olmadığını iddia etmekle beraber, tarihin bir döneminde (Hitler’in yaşadığı dönem) insanlara Tanrı tarafından bu iradenin verildiğini söylediğini görebiliyoruz. Bu arada Castro’yu da yaptığından sorumlular listesine eklemeyi ihmal etmiyor. Batı’da genetik belirlenimcilik tezleri ilk olarak Nazi yanlısı kafatasçılıkla suçlanarak bilimsel araştırma sahasının dışına itildi, genlerin insan davranışına etkisi üzerinde çalışan bilim adamları bu psikolojik baskı altında zor bela ilerlemeye çalıştılar. Genetik belirlenimcilik sadece Nazi yanlısı gözüktüğü için değil aynı zamanda özgür iradenin reddine giden yolu açtığı için de bir şekilde lanetlenmiştir. Çünkü modern Yahudi politiği Hitler düşmanlığı imgesi üzerine kuruludur, bu düşman yok olursa başta İsrail’e psikolojik meşruiyet tanıyan zeminle birlikte Yahudi siyaseti zayıflayacaktır. O yüzden Batı’da genetik belirlenimciliğin kat ettiği onca mesafeye rağmen Matt Ridley’in kitabında gördüğümüz gibi özgür iradeyi ayakta tutmak için herkes çabalamak zorundadır. Yine “Kader Ajanları” gibi özgür iradeyi yıkacak bir film yapacaksanız, Hitler’in yaşadığı dönemi tarihsel olarak özgür iradenin olduğu bir dönem olarak imlemek zorundasınız.

Yoksa bir şekilde, doğrudan veya dolaylı olarak Hitler’i aklar pozisyona düşersiniz ki, bu da şu anki politik konjonktürde göğüsleyebileceğiniz bir durum değildir.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 1.sayısında yayınlanmıştır.