Mustafa Özel

Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’de ideolojik tarafgirlik yüzünden sanatına yazık ettiğini yazmıştım. Üzmeyen editörüm Cemil’in katkısıyla, aslında Peyami Bey’in de romanından memnun olmadığını öğrendim. Fakat gerekçelerimiz çok farklı. Peyami Safa, fikir değiştirdiği için romanını beğenmiyor; bense sanatı fikre alet ettiği için hakikati göremez olduğunu söylüyorum. 

Fatih-Harbiye’yi okurken, şu satırları iki kere çizmişim: “Türkiye konservatuarından alaturka musiki kısmının kaldırılması çok yanlış bir harekettir. Unutmayalım ki bu kararı verenler ve tatbik edenler, evlerinde ve meclislerinde alaturka musikiden başka bir şey dinlemiyorlar ve kararlarında samimi değil, sadece, şekilperesttirler, günün estetik cereyanlarını bilmiyorlar.”

Bu fikrin doğru olup olmadığını tartışmıyorum. Önemli olan, devrim uğruna kellelerin uçurulduğu bir dönemde, bu kadar ciddi bir kararı verenlerin samimiyetsiz ve cahil olduklarını söyleyebilmektir. Daha önce İsmail Kara’dan Peyami Safa’nın DP döneminde Türk İnkılabına Bakışlar kitabında önemli değişiklikler yaptığını işitmiştim. 1931 yılında, 32 yaşındaki bir muharririn yukarıdaki satırları gerçekten yazmış olduğundan kuşkulandım ve kitabın ilk baskısını arayıp buldum. Kelimesi kelimesine aynı; bravo!

Fakat Cemil’in notundan öğreniyorum ki dört yıl sonra, Rauf Yekta Bey’in ardından Hafta mecmuasında şunları  da yazmış: “Musiki diye bildiği şey, Farabî’den Hafız Ahmed Efendi’ye kadar Arab, Acem, Bizans ve Osmanlı nazariyelerinin küfünü silmekten ibaret; musiki diye sevdiği şey, bir Mevlevî dergâhının teke kokan ağır ve bulanık havası içindeki mevzun iniltilerden ve horlamalardan ibaret.” Yirmi yıl sonraysa, Robert Kolej’de yaptığı bir konuşmada tam bir Batıcı cengaverdir üstat: “Musikiyi düşünelim. Eğer Türk ruhu bezgin, baygın ve daima bir teslimiyet, bir mağlubiyet hüznü taşıyan alaturka musiki ile ifade edilen ruh ise, bunun bizim tonal sistemimizden ayrı, çeyrek sesimizden mahrum, polifonik Batı musikisi tekniği ile ifadesi imkânsızdır. Zannediyorum ki Batı tekniğini alırken ruhumuzu da biraz ona doğru yaklaştıracağız ve baygınlık verici, iradesiz ve teslimiyetli hislerimizden ayrılacağız.” Muhafazakarlığı büsbütün elden bırakmamak için de ilave eder: “Fakat bunu yaparken bizim büyük rüyalar ve kahramanlıklarla dolu, yüksek plânlara ve Allah’a bağlı tarihimizin ruhuna ve geleneklerine sadık kalacağız. Dünkü materyalist Avrupa’nın makineleşmiş, sertleşmiş ve kurumağa yüz tutmuş ruhuna kendimizi kaptırmayacağız.”

Burada maksadım Peyami Safa’nın müzik görüşündeki değişimi tartışmak değil. “Batı tekniğini alırken ruhumuzu da biraz ona doğru yaklaştıracağız” ifadesinin ipuçları zaten Fatih-Harbiye’de vardı: “Şark ve Garp, mütevasıl kaplardaki su gibi birbirlerinin eksik taraflarını tamamlamak suretiyle, hem bugünkü müthiş kültür buhranını halledecek, hem de yeni terkiplere doğru gideceklerdir.” Fakat genç Peyami bu yeni terkiplere Garb’ın bizden daha fazla muhtaç olduğunu düşünüyordu: “Garp medeniyetinin içinde Şark unsurları ve Şark medeniyetinin içinde Garp unsurları yok mudur? Her şey bir derece meselesidir. Bugünkü Garp medeniyeti, gittikçe, terkibine daha fazla miktarda karışan çeliği hazmedemiyor ve kusmak istiyor. Onu makineleşmekten ve büyük sanayiinin barbarlaştırıcı, hayvanlaştırıcı tesirlerinden kurtarmak için, terkibinde Şark unsurlarının çoğaltılması lâzımdır.” Özet: Biz baygınlık verici, iradesiz ve teslimiyetli hislerimizden sıyrılıp Batı’ya yönelirken Batılılar da sanayinin hayvanlaştırıcı unsurlarından sıyrılmak için bize doğru gelmeliydi.

Tekemmül etmeyen mevzuu değil, metot.

Peyami Safa 1935’te verdiği bir mülakatta “bir tramvay hattıyla iki kıtayı, iki metafiziği ve iki hayat anlayışını birbirine bağlamaya özendiğini,” ancak mevzuun tekemmül etmediğini, bu bakımdan Fatih-Harbiye’yi “natamam bir müsvedde telakki ettiğini” söyler. (Beşir Ayvazoğlu, Peyami, s. 246.) Romanın bir müsvedde olarak kaldığı doğru, fakat sebebi yukarıdaki metafor değil. Bir tramvay hattıyla iki kıta, iki metafizik, iki hayat anlayışı bugün bile ayrılabiliyor. “Kasımpaşalı Recep,” Haliç’e tepeden bakan Şişli’nin korkulu rüyası değil mi hâlâ? Tekemmül etmeyen mevzuu değil, romancının metodu. Kahramanlarının kaderine dilediği gibi hükmedebileceğine dair inancı, yahut despotluğu. Unamuno’nun Sis romanına bunun için atıfta bulundum.

Malum, intihar etmeye karar veren Augusto, yazara müracaat edince, ona intihar edemeyeceğini; çünkü varlığının gerçek değil, kurgusal olduğunu söyler. “Benim zihnimin, zekamın dışında yoksun sen.” Augusto ise tam tersini düşünmektedir: “Benim ve uydurduğunuzu sandığınız öteki şahısların dışında hiçbir kimliğiniz, varlığınız yok sizin. Keyfinize tâbi olamam. Hayal mahsulü dediğiniz şeylerin de bir iç mantıkları vardır. Bir roman yazarı, yarattığı bir şahsa aklına esen her şeyi asla yapamaz. Bir hayal yaratığı, sanatın yerinde bir kanununa göre, hiçbir okuyucunun beklemediği şekilde hareket edemez. En zor ilim, kendini bilmektir. Bir yazar için, kendini bilmekten daha zor olan şey, yarattığı yahut yarattığını sandığı kişileri kavramak, anlamaktır.”

Tartışma kızışınca, Augusto yazarı (Unamuno’yu) öldürmek istediğini söyler. Yazar şaşkındır: “Beni? Sen? Yaratıklarımdan birinin eliyle öleceğim, öyle mi?” Bu küstah ve anarşist tavrından dolayı, intiharını istemediği kahramanını öldürmeye karar verir Unamuno. Bu sefer de Augusto fikir değiştirir ve yaşamak ister. “Yaşamak istiyorum. Ben, ben olmak istiyorum, ben, ben, ben.”

Unamuno: İmkansız, olamaz! Yazdım bir kere, dönemem.

Augusto: Demek (yaşamamı) istemiyorsunuz, hayal yaratığı olarak öleyim, öyle mi? Pekâla, ama siz de ölecek, geldiğiniz hiçliğe döneceksiniz. Siz de, hikâyemi okuyacakların hepsi de. Tanrı, rüyasında sizi de görmez olacak artık.

Sonra kendi kendine düşünür Augusto: “Neden var olmayacakmışım? Farz edelim ki bu adamın, beni rüya hâlinde gördüğü, beni hayalinde yarattığı doğru… Ama ben, öteki insanların, hayatımın hikâyesini okuyanların hayalinde yaşamıyor muyum? Ve ben birçok insanların hayalinde yaşıyorsam eğer, işte bu, sadece bir kişinin değil de birçoklarının meselesi olan bu şey, gerçek değil midir? … Hayır, ölemem ben! Ölümsüzüm ben! Tek ölümsüzlük, benim gibi ne doğmuş ne de var olmuş bir yaratığın ölümsüzlüğüdür. Bir hayal yaratığı bir fikirdir, fikirse ölümsüzdür.”

Fatih-Harbiye’nin Neriman’ı, 1920’lerden 2020’lere “birçoklarının meselesi” olan “gerçek bir şey” idi; Peyami Bey romanın sonlarında onu bir oyuncağa çevirdi. Roman kahramanları kukla değildir!

Başka bir roman üzerine yaptığımız bir dersten sonra, mahçup tavırlarla yanıma yaklaşan bir öğrenci, heyecanımdan çok etkilendiğini, fakat nihayet bir kitapta yazılan bir olaydan bu kadar etkilenmeye, onu bu denli mesele edinmeye bir türlü anlam veremediğini söyledi. Unamuno da benzer bir tepki almış olmalı ki, ev hizmetçileri Ludivina ile Domingo’ya, efendilerini gerçek hayata çekme görevi verir. Yazarla tartışmaktan yorgun ve aklı karışık ayrılan kahramanımız, ev ahalisine yakınır:

Augusto: Ben yokum Ludivina! Ben mevcut değilim. Bir hayal yaratığı, bir roman kişisiyim ben.

Ludivina: Fakat bunlar kitap lafları!

Domingo: En iyisi uyumak. Biraz uyursanız geçer. Hepsi, kitaplarda okuduğunuz şeyler…

Augusto: Kitaplarda olmayan ne var Domingo? Kitaplar, kelimeler olmadan bir şey olur mu? 

Neriman’ın yerinde Augusto olsaydı, “Kaderimle gelişigüzel oynamayın,” derdi Peyami Bey’e, “Öldüğünüz vakit ruhunuz, yaşamına bende devam edecek.”

Arka Kapak dergisi 20. sayı