Emine Uçak Erdoğan

Yeni Köprü olarak bilinen 200 yıllık Puento Nuevo köprüsünün üzerinden aşağıda bir ip gibi akıp giden Tajo nehrine bakarken rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin:

“Uçurumun kenarındayım Hızır 
Ulu dilber kalesinin burcunda 
Muhteşem belaya nazır 
Topuklarım boşluğun avcunda 
Derin yar adımı çağırır 
Dikildim parmaklarımın ucunda 
Bir gamzelik rüzgâr yetecek 
Ha itti beni, ha itecek 
Uçurumun kenarındayım Hızır 
Civan hazır 
Divan hazır 
Ferman hazır 
Kurban hazır”

Dizelerini hatırlıyorum. İçimdeki ürpermenin sebebi sadece yükseklik fobisi değil. Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da tasvir edilen trajik olayların mekânı bu uçurumlar. İspanya İç Savaşı’nda ‘fazla kurşun harcamamak” için yüzlerce insan 300 metrelik yarlardan aşağıya atılmış.


Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Ernest Hemingway
Çevirmen: Erol Mutlu
Bilgi Yayınevi

Endülüs’ün Runde’si, bugünün Ronda’sındayız. Derin uçurumların, yüksek dağların, birbirinden güzel meydanların, şirin dar sokakların şehri. Hristiyan prenslerle Müslüman emirlerin kıyasıya mücadelelerine sahne olan, Endülüs’ün en son düşen kalesidir Runde… Uçurumları Rilke’ye, Ernest Hemingway’e, Alexandre Dumas’a, Orson Welles, David Bomberg’e ilham veren şehir. Adriyatik kıyısındaki şatoda yazılan Duino Ağıtları’yla ‘tanrıyı arayan şair’ tanımlamasını alan Rilke’nin ilhamının başlangıç noktalarından biri de Ronda’dır.

Hepimiz düşmedeyiz.
Şu gördüğün el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri ellerinde tutuyor yumuşak ve sonsuz.

Rilke’nin ‘arayan’ olarak tanımlanmış olsa da aradığını bulduğunu söylemek mümkün. Ağıtların temel imgesi olan meleğin Hristiyanlığın meleğinden çok İslam’ın meleklerine yakın olduğunu Leh çevirmenine bizzat kendisinin aktardığını ve Kurtuba’dan Duino Ağıtları’na ev sahipliği yapacak şatonun prensesi Maria’ya yazdığı mektubunda, okuduğu Kur’an’ın sesine ‘var gücüyle katılmak’ istediğini hatırlarsak…

Rilke’nin iki ay kaldığı Victoria Oteli’nin 208 nolu odası bugün onun anısına minik bir müzeye dönüştürülmüş, otelin bahçesinin uçuruma bakan tarafında da şairin heykeli yer alıyor. Ronda’yı ölümsüzleştiren diğer yazar, şair ve sanatçılar için yapılan tabela ve heykellerle de rastlıyoruz şehrin sokaklarında.

İspanyolca’da Ronda gibi şehirler için “pueblo blanco” deniliyor. Küçük beyaz dağ köyü anlamına geliyor. Beyaz evleri ve dar sokaklarıyla bu tanımlamaya uysa da birbirinden etkileyici yapıların olduğu meydanlarıyla bundan çok daha fazlası olduğunun hakkını vermemiz gereken bir şehir Ronda. Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da kocaman ağaçları, çeşmeleriyle ve ‘güneş cayır cayır kavurduğunda”da gölgeler oluşturan balkonlu evleriyle tasvir ettiği bu meydanlardan en geniş olanı Plaza del Socorro’ya çıkıyor yolumuz. Meydanla aynı ismi taşıyan Socorro Kilisesi’nin sarı beyaz duvarlarına ikindi güneşi vurmuş. Hemen önündeki bankta, ihtiyar adamlar bir film karesinde donmuş gibi oturuyor. Selfie çeken Japon turistlerin neşeli gülüşmeleri meydanın tek hareketi. Yine ara sokaklarda dolaşıyoruz; bu kez vardığımız meydanda ise karşımıza önündeki palmiye ağacıyla Rahmet Kilisesi çıkıyor. Runde’nin Ulu Camisi ise bugün artık Santa Maria la Mayor Katedrali… Ulu Camii, Endülüs Emevileri döneminde, M.S. 5.yüzyılda yapılan bir Roma bazilikasının üzerine yapılmış. Endülüslerin ardından mihrabı Adak Sunağı Şapeli’ne dönüştürülen caminin minaresi de çan kulesi yapılmış. Bu minare Kurtuba ve Sevilla’da da aynı akıbete uğrayan minarelere çok benziyor, sadece biraz daha kısa. Yıkılan başka bir caminin ayakta kalan minaresi ise sokak arasında karşımıza çıkıyor. Ronda’daki Endülüs izleri bununla sınırlı değil. O zamanlarda, şehir Ulu Camii’nin etrafında yer alıyormuş. Bu bölgede onlardan kalan hamam yıkıntıları şehre gelenlerin en çok uğradığı yerlerden biri. Şehrin diğer kısımlarında da Endülüs döneminin izlerini taşıyan kemerler, kapılar, köşkler yer alıyor. 1042 yılından kalan bir Endülüs sarayının üzerinde yapılan Casa del Rey Moro ve özellikle bahçeleri görülmeye değer. 365 merdiven inip çıkmayı göze alırsanız Tajo ırmağının kaynaklarından biri olan ve vaktiyle her basamakta bir kölenin durarak yukarıya su taşıdığı belirtilen su kaynağını; hemen yanı başında da o yıllardan kalan şadırvanı görebilirsiniz. Endülüs döneminde yapılan eski köprü de bu civarda yer alıyor. Ronda’nın Endülüs’ün son kalesi vasfını; yalçın kayalıkları ve çevresindeki dağların sağladığı coğrafi konumla aldığı anlaşılıyor.

Merdivenlerin yorgunluğunu Arbella parkının geniş beton banklarında, su birikintisinde oynaşan güvercinleri izleyerek atmaya çalışıyoruz. Sağımızda uçurumların üzerinde seyir terasları, karşımızda karlı zirveleriyle dağlar, yanı başımızda gelinliklerini giymiş badem ağaçları; Çanlar Kimin İçin Çalıyor’dan bir tasviri hatırlatıyor: “Robert Jordan yamacın güzelliğine hayranlıkla baktı. Fışkırmış yeni sürgünlerin yeşilliği ve kuytulardaki henüz erimemiş kar çok güzel görünüyordu.” Kim bilir belki de yazara bu tasvirleri yazdıran parktaki bir ikindi vakti yahut şehrin meydanlarından yükselen çan sesleriydi. Ki bu çan sesleri iç savaş sırasında uçurumlardan atılan insan çığlıklarını bastırmamaya yetmemişti.

Savaşın anlamsızlığını, yıkıcılığını, ölen kadar öldürenin de eksildiğini anlatan romana ilham veren İngiliz Şair John Donne’nin başrahiplik döneminde yaptığı bir vaazdan alıntı olan şu cümlelerdir: “İnsanoğlu yalnız değildir. Bir ada gibi bağımsız ve kendi başına değildir. Dünyanın herhangi bir parçası bütünün bir bölümüdür. Küçük bir toprak parçası denize aksa koca bir kıta küçülür. Bütün bir ülke yok olsa, arkadaşların ölse senin evin ve yaşadığın ülke yok olmuş gibi üzülmelisin. Çünkü ben de o büyük bütünün bir parçasıyım. İşte bu yüzden; asla, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? Diye sorma. Çanlar senin için çalıyor.”

Arka Kapak dergisi 11. sayı