Tuna Kiremitçi’nin yeni romanı Sonun Geldi Sevgilim, 13 Haziran’da okurlarla buluşacaktı. Bu tarih 16 Haziran 2014’e ertelendi. April Yayıncılık’a geçen Kiremitçi bu sefer hızlı, matrak. Roman ise Aşk, intikam, macera, yüzleşme, medya ve özgürlük üzerine… Arada sayfadan sayfaya seken mafya kurşunları bile var…

Arka Kapak, ne yaptı etti, Sonun Geldi Sevgilim’in başını “ele geçirdi”…
Roman işte böyle başlıyor:

Sonun Geldi Sevgilim

1

Adım Devrim ve beni hatırlamıyor olabilirsiniz. Boş verin, hiç önemli değil.

Hostes, iri kahverengi gözleriyle bakıyor; hava korsanı olduğu eyleme geçmeden anlaşılmış yolcunun huyuna gitmeye çalışan birinin gerginliğiyle. Sonra gözlerim yerine, burnumla ağzımın ortasındaki bir noktaya baktığını fark ediyor, elimi oraya götürüyorum.

Parmaklarım kan içinde kalıyor. Hayatımda ilk (ve umarım son) defa burnum kanıyor. Hem de ne kanama: Hızla artıyor ve diğer elimle hâlâ sımsıkı tuttuğum yeşil defterin cildinde kırmızı lekeler oluşuyor.

Hostes soruyu tekrarlıyor, boş bulunsam üzerime atılacak. Kabin basıncıyla ilgili bir şeyler söyleyerek kalkıp uçağın arkasına yürümeye çalışıyorum. Başım dönüyor, doğrusunu isterseniz nereye gittiğimi bilmiyorum. Orada tuvalet gibi bir şey olmalı.

Kanamanın durması için dakikalar, burnuma girip çıkan tuvalet kâğıtları gerekiyor. Defterde yazılı şeyler, biri tarafından seslendirilmiş gibi (Orson Welles’inkine benzeyen derin, insanın içini dışına çıkaracak bir ses) kulağımda çınlıyor. Ne var ki uçak tuvaletleri insanların varoluş bunalımları geçirmesi için tasarlanmış yerler değil; sıkılmaya başlıyorum. Defterden de, okuduklarımdan da, tuvaletten de sıkılarak dışarı atıyorum kendimi. Kıvırıp burun deliklerime soktuğum kâğıt parçalarıyla garip göründüğümü bilmeme rağmen, hostese ‘iyiyim’ işareti yapıyorum. Kızı korkuttuğum anlaşılıyor; benimle daha fazla uğraşmasını engelleyeceği için bu iyi bir haber.

Yerime döndüğümde defteri tekrar elime alıp cildine bakıyorum. Sabahtan beri defalarca okudum, içinde ne olduğunu ezbere biliyorum artık. Aslında defter yeni bir şey söylemiyor. Okumadan önce yazarı hakkında bir şey bilmediğimi düşünüyordum, şimdi de öyle düşünüyorum. Tek faydası, cahilliğimin boyutlarını kavramam oldu. Yazar bozuntusu sanıyordum, gerçek bir yazar olduğunu anladım. Onu tamamen küçümsüyordum, şimdiyse hiç istemediğim halde yeteneğine ve geçmişiyle yüzleşme cesaretine saygı duyuyorum. En kötüsü de, başıma gelen her kötü şeyden sonra onu suçlamanın eskisi kadar kolay olmayacağını bilmek: Kimi suçlayacağım peki?

İstanbul’a inince herhalde yazarını arayıp defterle ilgili bir şeyler söylemem gerek ama ne diyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Ben de onun yerine Gülbahar’ı arıyorum ama telefon açılmıyor. Beş dakika sonra meşgul çalıyor, bir beş dakika daha geçince telesekreter çıkıyor. Kadınların ilişki kafalarında bitince ne kadar zalim olabildiğini biliyorum, daha önce defalarca yaşadım. Bilmediğim, buna yeşil defter eklendiği zaman işin içinden nasıl sıyrılacağım. Yol boyunca taksicinin hayattan şikâyetlerini dinliyorum, şehrin yanıp sönen ışıklarına bakarak şu dünyada kendimi düşürebileceğim en boktan durumun bu olup olmadığını düşünüyorum.

Böyle benzetmelerden nefret etsem de, geçersiz işlem yürütmüş bir bilgisayar gibi hissediyorum kendimi; beni yeniden başlatmanız gerek.

2
Adım Devrim (istediğiniz zaman unutabilirsiniz, inanın sorun olmaz) ve önceden söyleyeyim; gizli gizli dedikodu programları seyredip de arkadaşlarına “Yok canım, kanal değiştirirken tesadüfen denk geldim” diyen düzenbazlardan değilim. Ama bu öykünün yarısına bile gelmeden anlayacağınız bazı nedenlerle, uzun zaman izledim dedikodu programlarını.

Bugün bile ara sıra biri (annem, Zeliha teyzem ya da yalnızlık çeken bir arkadaşım) arar, yorumlarını bildirir (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ile ilgili yorumlarını değil tabii, dedikodu programlarıyla ilgili yorumlarını). İzlediklerini bazen ballandırarak, bazen de öfkeyle ama her zaman fazla uzatılmış cümleler halinde anlatan, azimli yakınlarım var (hepsi de kanal değiştirirken, tesadüfen denk gelir bu programlara, tabii ya, ne sandınız?).

Bütün o yorumların ortak noktası, şahsen tanıdıkları birini ünlü simaların çıktığı programda görmekten aldıkları zevki saklayamıyor oluşlarıdır. Okurken anlarım ki, akıllı telefonuma dadanan kişi biraz önce işyerindeki televizyonda beni görünce hemen en yakınındakileri (bir rakip, patron ya da ikna edilmesi gereken bir müşteri) yanına çağırmış, ekranı gösterip sırıtarak “çıktı yine bizimki!” demiştir. Bunu yaparak başkalarını etkilemek isteyen insanlar tanıyorsam bu benim suçum değil; çağımızın manyaklığı. İşlerin nasıl bu hale geldiğini de öyküm bittiğinde inşallah anlatabilmiş olacağım.

İlk sahnede evdeyim. Günlerden pazar. Sabahın dokuzu… Üzerimde pijamalarım (daha doğrusu, altımda pijama yerine giydiğim gri eşofman, üstümde üniversite yıllarımdan kalma Ravi Shankar tişörtü), saç-baş dağınık televizyon izliyorum. Burası altı aydır yaşadığım ev. Aslında evden çok ofise benziyor çünkü işlerimi genellik-

le buradan yürütüyorum. Daha çok ofislerde görebileceğiniz beyaz deri koltuklarım, cam sehpam, kurtarabildiğim kitapların durduğu bir kütüphanem, iki adet bilgisayar (biri Mac diğeri PC) ve vazgeçmediğim klarnetim var (buraya taşındığımdan beri elime almadım).

Yaşadığım yeri az da olsa yuvaya benzetense, sağda solda görebileceğiniz (yerlerini siz hayal edin), irili ufaklı bitkiler. Bekârlık hayatına döndüğümde, terk edilmiş her erkek gibi, kadınlar tarafından havai fişeklerle karşılanacağımı sanarak avunmuş, onlar evimi sevsin diye bitki satın almıştım.

Perdeler sabah güneşini dışarıda tutmak amacıyla sıkı sıkı örtülmüş. Olayın gece mi gündüz mü geçtiğini bize gösteren, mutfak penceresinden sızıp salona kadar gelen ince, iddiasız bir ışık… Televizyonun mavimsi rengi yüzüme yansıyıp beni eski bilim-kurgu filmlerindeki robotlara benzetiyor, hiçbir robotun olamayacağı kadar üzgün görünüyorum.

Pazar sabahı erken uyanıp televizyonu açmamın nedeni, şehrin öbür ucunda yaşayan küçük ablamın araması (onun nasıl uyandığını düşünmek istemiyorum. Muhtemelen bir arkadaşı aradı. Allah bilir o da ablamı tanıdığını bilen bir arkadaşı tarafından uyandırılmıştı).

Programın ilk bakışta hiçbir olağanüstü yanı yok. Manik bir sunucu bu saatte nereden bulduğunu bilmediğim bir enerjiyle gülücükler saçıyor. Işıklar kadının hareketlerine göre renk değiştiriyor. Seyirciler bazı cümlelerini alkışlarla kesiyorlar. Konuk koltuğundaki sarışınsa hava durumu yıldızı Rosa (ful makyajlı, sabahın köründeki bu programa konuk olacak kadar alçakgönüllü). Nasıl uyanabildiklerini yine hiç anlamadığım kadınlar stüdyoyu doldurmuş, olayı sibernetik bir ciddiyetle izliyor. Birkaç dakika geçip de afyonum patladığında bir gerilim yaşandığını ve sunucunun bundan duyduğu hoşnutluğu fark edeceğim.

Derken Rosa ağlamaya başlayacak, yarattığı duygusal vakumla stüdyodaki kadınları etkisi altına alacak. Çok geçmeden onlar da ağlamaya, kâğıt mendillerle gözlerini silmeye başlayacaklar. Sonra bu duygusal histeri stüdyodan taşıp ülkenin her köşesine, dalgalar halinde yayılacak. Dikkatimi Rosa’nın gözyaşlarından kurtarıp televizyonun sesini açtığımda, onun böyle ağlayarak neden söz ettiğini anlayabileceğim.

Kocasının kendisini aldattığını söylüyor. Evliliğini sürdürmesinin artık söz konusu olmadığını, hayatın bu darbesine karşın ayakta kalıp mücadeleyi (aynen bu sözcüğü kullanıyor) sürdürmesi gerektiğini falan… Sözcüklerle aram onun kadar iyi değil, en iyisi aşağıya kısa bir örnek yazmak.

Rosa (başını öne eğerek): Ben ona yüreğimi vermiştim. O ise başka denizlerde buldu mutluluğu. Bana düşen dönüp de gitmek. Sunucu (gözlerini kırpıştırıp): Ama belki de odur giden. Siz bir yere gitmediniz ki? Yeni Türkü’nün bir şarkısı vardı hani… Şey diyordu… Nasıldı?

Rosa (başı hâlâ önde): Belki de… Kim bilir? Hem zaten ne fark eder?

Bu garip sözler bana nedense speed-metal etkisi yapıyor. İki kadının sesleri beynimde davul solosu gibi yankılanıyor. Başım dönmeye başlıyor sonra, midemde ağrı hissediyorum. Sabah programı izleyerek ölen ilk Türk erkeği olmam işten bile değil; çünkü bu şimdi size anlamsız bile gelse, hatta sayfayı çevirir çevirmez unutacak bile olsanız değiştiremeyeceğim bir gerçek var: Rosa benim altı ay önce ayrıldığım (ve o günden beri hiç görmediğim) karım. Bu uğursuz pazar sabahı başlayan serüvense takdir edersiniz ki, benim açımdan hayra alamet değil.

[Devamı kitapta] 

babilcomdanalabilirsiniz

sonun-geldi-sevgilim