Medeni Yılmaz

“Bir sabah hizmetçi kız koşa koşa gelip şaşkınlık içinde: ‘Gelin, onlar öldü!’ diye haykırdı. Ben, ‘Kimler?’ diye dehşetle sordum. Hizmetçi kız: ‘Onlar, onlar öldü!’ diye bağırdı yeniden. Sokağa fırlayıp Zweigların evine koştum ve onları birbirlerine sımsıkı sarılmış yatar buldum. Zweiglar birbirlerine öyle sımsıkı sarılmışlardı ki bu durumda soğumuş olan vücutları birbirlerinden ayırmak için bazı uzuvlarını kırmak gerekti.”1

Stefan Zweig’ın Brezilya’daki komşusu ve dostu Nobel edebiyat ödüllü Gabriela Mistral, onun ölümünü işte bu satırlarla dile getiriyor. Stefan Zweig, eşi Lotte ile birlikte 1942 yılında intihar etmişti. Peki ama ününün doruğunda, sevdiği kadın yanında, savaşlardan oldukça uzakta, doğayla iç içe bir ortamda, devlet başkanı gibi saygı gördüğü Brezilya’da yaşayan Zweig’ın intihar nedeni ne olabilirdi? Hangi gerekçeler onu intihara sürükleyebilirdi? Bunun yanıtını ilerleyen satırlarda vereceğiz; ama öncelikle Zweig’ın hayatına kısaca değineceğiz.

Bir biyografi ustası olan Stefan Zweig’ın biyografisini kısaca da olsa yazmaya kalkışmak, onun bir ressam edasıyla tasvir ettiği ruhsal durumları ve incelikli araştırmaların sonucunda ortaya çıkardığı detaylarla yüklü yapıtlarını okuduktan sonra, insanın yetersizlik hissiyle boğuşmasına sebep oluyor. Ayrıca, bir insanın yaşamını en ince ayrıntılarına kadar deşmenin ve “gerçek” olarak iddia ettiğimiz bilgileri kitlelerle paylaşmanın ahlaki boyutunu da biz, sıradan insanlar, sorgulamadan edemeyiz. Ama biyografi türünün belki de en iyi yazarı olan Zweig, hiç de sıradan bir insan değildi; o, ahlaki sorgulamaları aşacak kudrete ve erdeme sahip nadir insanlardandı. Daha hayattayken, o zamanki adıyla Milletler Cemiyeti olan Birleşmiş Milletler’in yaptığı istatistiklere göre, yaşayan yazarlar içerisinde yapıtları başka dillere en çok çevrilen yazardı. Ki kendisi zaten yaşayan büyük sanatçıların ve yazarların çoğuyla dostluklar kurmuştu. Salzburg’taki evi adeta sanatçıların buluşma noktasıydı. Kimler konuk olmadı ki o kır evinde! Almanların en büyük romancısı Thomas Mann, o dönemde yaşayan en büyük şairi Rainer Maria Rilke, en büyük bestecilerinden Richard Strauss, yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgenstein, Fransızların yirminci yüzyılda yetiştirdiği belki de en iyi şair Paul Valery, Rusların o dönemki en büyük yazarı Maksim Gorki, İtalyanların ünlü bestecisi Toscanini, yüzyılın en devrimci yazarı İrlandalı James Joyce ve psikoloji biliminin kurucularından Sigmund Freud bunlardan sadece birkaçıydı.

Böylesi efsanevi insanların odak noktasında olmak, sadece yazarlık yeteneğiyle açıklanacak bir durum olmasa gerek. Zweig, romantik yapıya sahip duygulu, coşkulu ve tutkulu biriydi. En büyük ülküsü ise, savaşlarla boğuşan Avrupa’nın o eski barışçıl günlerine dönmesiydi. Bunun için çok çabaladı, birçok ülkede konuşmalar yaptı; konferanslar düzenledi. Ama savaşı engelleyemedi. Çünkü insanlar adeta çıldırmış gibiydi; savaşı istememek vatan hainliğine eşdeğerdi. Medya aracılığıyla siyasiler, insanlar üzerinde manipülasyonlarla öylesi hakimiyet kurmuştu ki, en milliyetçi sloganlara sahip liderin peşinden kitleler sürükleniyordu. Zaten Hitler gibi birinin ortaya çıkması, işte böylesi bir kolektif yanılgıyla mümkün olabilirdi ancak. Hatta Fritz Lang’ın 1931 yapımı M adlı bir filmi, dönemin Almanyasının atmosferini olağanüstü başarıyla yansıtır. Filmde bir seri katil üzerinden o yıllardaki Alman toplumunun gerginliğini ve yükselen milliyetçi duygularını görmek mümkün.

Hitler’in iktidarı tek başına ele geçirdiği 1934 senesinden sonra, Yahudi kökenli olan Zweig’ın Avusturya’da yaşama imkanı kalmamıştı. Yaşayan en popüler yazarlardan olan Zweig’ın yapıtları artık meydanlarda yakılıyor, yayımlanması yasaklanıyor ve o da buna daha fazla dayanamayarak önce İngiltere, sonra Amerika ve en sonunda da, hayatının sonuna dek yaşayacağı Brezilya’nın Petropolis kentine yerleşiyordu. Vatanı Avusturya işgal edildikten sonra, artık vatansızdı da. Adım adım tırmandığı zirveden, bir itmeyle boşluğa fırlatılmış gibiydi. Yersiz, yurtsuz ve pasaportsuz Zweig, İngiliz vatandaşlığına geçiyordu ama insanlığın geleceğine dair ümitleri de günden güne tükeniyordu. Çünkü Almanlar, İngiltere harici tüm Avrupa’yı o kadar çabuk ele geçirmişti ki İngiltere de düştü düşecekti. İnsanlar toplu halde katlediliyor, tarihi şehirler acımasızca bombalanıyor ve savaş tüm dünyaya dalga dalga yayılıyordu. Zweig, savaş zamanlarında erdemli bir insanın sorması gereken sorunun “Nasıl hayatta kalırım?” sorusundan çok “Nasıl insanlığımı korurum?” olduğunu savunan biriydi. Oysa toplama kamplarının yavaş yavaş duyulmasıyla birlikte, insanoğlunun tarih boyunca erdemden en çok uzaklaştığı anlara şahit oluyordu. Hatta tarihte en çok çile çekmiş kuşağın kendileri olduğunu vurguluyordu son kitabı ve otobiyografisi olan Dünün Dünyası adlı eserinde.2 Çünkü insanlığın onurunu tümüyle yitirdiği bir dö- neme şahitlik etmek zorunda kalıyordu. Peki Zweig gibi hümanizmle dolup taşan biri, erdemin yok oluşuna daha ne kadar tahammül edebilirdi?

Yıl 1942’yi gösterdiğinde, Almanlar yıldırım hızıyla ilerlemeye devam ediyordu. Savaştan uzakta, Brezilya’da yaşayan Zweig çifti güvendeydi. Brezilya’da ünlü Rio Karnavalı sürmekteydi ve Zweig çifti, bunu bizzat yerinde takip ediyordu. Sonra gazetelerde bir habere rastladı; Hitler, Süveyş Kanalı’nı da hedefleri arasında almıştı. Bu, Zweig için son nokta oldu.

21 Şubat sabahı Zweig kararını kesin olarak vermişti, intihar edecekti. Önce Petropolis postanesine gider ve zarfların birine Satranç adlı yapıtının müsveddelerini koyarak onu Amerika’daki yayımcısına yollar. Bu yapıt, o öldükten sonra ancak Aralık 1942’de Brezilya’da Almanca olarak yayımlanacaktır. Aynı gece ise yanında karısı dışında bir kişi daha vardır, yakın arkadaşı Ernst Feder. Bu onun son gecesidir ve Zweig, o son gecesinde dostu Feder ile satranç oynar. Kazanıp kazanmadığını bilmiyoruz ama dünya Zweig’ı sonraki gece kaybedecektir. Ertesi gün, 22 Şubat 1942’de yanında karısı Lotte varken, son mektubunu 20 yıla yakın bir süre evli kaldığı eski eşi Frederike’ye yazar ve şunları söyler:

“Hayata kendi dileğimizle başlamıyoruz, oysa ölümü seçmekte özgürüz. Bu kararı aldığımdan beri ne denli rahatladım, bilemezsin.”

Arkadaşı Feder’i uğurladıktan bir süre sonra, 61 yaşındaki Zweig, henüz 33 yaşında olan karısıyla birlikte zehir içerek intihar eder. Geride bir mektup bırakır ve mektubun son cümlelerinde yine umudun ışığı vardır:

“Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın ışığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”

Brezilya hükümeti, ona yaraşır bir devlet töreniyle cenaze merasimi düzenler. Başta devlet adamları ve generaller olmak üzere, ülkedeki büyük yazarlar ve sanatçılar ve elbette Brezilya halkı bu devasa törene katılır. Resmi bir tebliğ olmamasına rağmen kentteki tüm dükkanlar kapanır. İnsanlığın yetiştirdiği en hümanist ve en büyük yazarlardan Stefan Zweig, görkemli bir törenle Brezilya imparatorunun yanına defnedilir.

Zweig, otobiyografisi olan Dünün Dünyası adlı yapıtını, “Her gölge, sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır,” diyerek bitirir. O, hayatı tüm karşıtlıklarıyla gerçekten yaşamış ama ölümü seçmiş biriydi. Böylece ölümsüzlüğe ulaştı. Geride sayfalarından hayat fışkıran yapıtlar bıraktı ve insanlığın ebedi umut kaynaklarından biri oldu.

Notlar:

  1. Stefan Zweig-Hayatı ve Eserleri, Burhan Arpad, Ak Yayınları, İstanbul 1967, sayfa 32-33.
  2. Dünün Dünyası, Stefan Zweig, MEB Yayınları, İstanbul 1989, sayfa 3.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 18.sayısında yayınlanmıştır.