Seda Eroğlu

Suskunlukta dile gelen, gerçeğin kendisiydi.

Cüneyt Özdemir

Susmak… Altı harfe sığabilen koca bir isyan… Bu isyana ortak olan onlarca öznesiz cümle, beyninizin bir yerinde kurulmayı beklerken siz susuyorsanız, anlatacağınız şeyler büyük dalgalar yaratacak demektir. Özellikle de ne zaman bir şeyler söylemeye kalksanız, dilinizin ucuna gelenler hep aynı şeyler oluyorsa, bilin ki bir gün, bir yerde kendilerini ele verecekler ve eğer ki o yer suskunluk dağının zirvesi olacaksa sizi duyan yalnız siz olacaksınız.

Suskunluk Dağının Zirvesinde, Cüneyt Özdemir’in her geçen gün içine kapanan ve kendini tekrar eden Türkiye gündeminden ziyade, hayatın içinden ve dünyadan izlenimlerini, kafasına taktıklarını, şaşırdığı ve umutlandığı hikâyeleri ele alıyor. “Yazamadıklarımı yazıyorum,” diyerek başlıyor hikâyesini anlatmaya. Ülkemizde gazeteci olmanın her daim birilerinin sizden, haberlerinizden, konuştuğunuz kişilerden, yazdığınız yazılardan, attığınız tweetlerden rahatsız olacağı anlamına gelmesinin üzerini çizerek bu dünyada yapacağınız en doğru şeyin, suskunluk dağına tırmanmak olduğunu söylüyor. Özdemir de New York’u bekleme odası kabul edip Kanal D’den ayrıldıktan sonra bir süre orada yaşayıp şu an bahsettiğimiz kitabını yazıyor. Kitabı okurken sanki son birkaç yılın dünya gündemine göz atıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Bu haberlere göz atarken bahsi geçen şehirleri ve kültürlerini de tanımış oluyorsunuz. Özellikle de hayatımıza dokunan güncel ne varsa «Evet, gerçekten de öyle!” diyerek okumaya devam ediyorsunuz. Sosyal medyanın ne amaçla kullanılır olduğundan, kredi kartlarının insanlara tanıdığı sahte imtiyazlardan, milyon liralık getirisi olan köşe yazarlığının, yazarının at koşturabildiği bir yere nasıl dönüştüğünden, şehir yapılaşmasıyla nasıl yüksek ve düşük gelirlilerin yakınlaştığından, dizi çılgınlıklarından, kahve bağımlılıklarından, obeziteden ve kinoa kullanımından, akıllı telefonlarımızın hayatımızın her alanına nasıl işlediğinden, Bansky sergisinden, Ata Demirer gazinosundan, RTÜK sansürlerinden bahsederken New York, Palo Alto, Barcelona, Tel Aviv ve Kudüs’ten sanki bu şehirlerde siz de onunla aynı yerleri gezmişsiniz hissiyatı uyandıracak kadar bahsediyor.


Suskunluk Dağının Zirvesinde
Cüneyt Özdemir
Doğan Kitap

Cüneyt Özdemir, üniversite yıllarında gittiği Türkiye-Hakkâri sınırındaki görüntüyü ve aklından hiç çıkmayan ölü bebek kokusunu anlatıyor. Kitabı kapatıp bir duraksıyorsunuz, sonrası umuda yolculuk hikâyeleriyle devam ediyor. İnsanların Türkiye’den kaçarcasına Ege Denizi’ni geçmeye çalıştığı bot maceralarında, umut için verilen savaşlardan örnek vererek bahsediyor Özdemir. Sadece dramatik olayları anlatmıyor aslında. Bu yolculukta iyi işler başaranlara da değiniyor, belki de örnek olabilmeleri umuduyla zorluyor kalemini. Böylelikle hayata kaçış filminin kahramanları bir kez daha kahraman oluyor. Konu Almanya’nın Türkiye ile yaptığı mülteci anlaşmasının ardından artık yavaş yavaş Türkiye’ye odaklanıyor. Bahsedilecek konuların fazlalığı aşikâr, başlıyor havaalanı patlamasından, Kilis bombardımanından, Türkiye-İsrail ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin sonuçlarından ve Kıbrıs’tan konuşmaya. Bunları anlatırken de yine okurunu anlattığı şehirlerde gezintiye çıkarmayı ihmal etmiyor. Son olarak 15 Temmuz olayları ve FETÖ’ye değiniyor. Kendini iyi niyetli bir sivil toplum kuruluşu gibi tanıtan 40 yıllık Türkiye Projesi’nin kalkıştığı kanlı bir darbe girişimini ve 15 Temmuz’daki bu kanlı darbe girişimi sonrasındaki çöküşü dile getiriyor.

Cüneyt Özdemir’in kitabını yazmaya başladığında söylediklerini hatırlıyorum yeniden. Yazıp yazıp sustuğu ya da yazıp yazıp sildiği, bu yüzden belki de cümlelerinin kaybolduğu, hatta belki kendinin de içinde kaybolduğunu söylediği onlarca konuyu bir kitabın içerisinde toplayabilmiş olması ve bu kitabı baştan sona heyecanla okunabilecek dinamikte tutması okuyanı bir hayli etkiliyor.

Arka Kapak dergisi 16. sayı