Mehmed Ali Çalışkan

İnsanı doğadan soyutladığımızda, yani doğa içinde bilinçli ve iradi bir eylemi yok saydığımızda geriye kalan devasa tarihsel bir organizma olarak tanımlanabilir. Doğanın her bir unsuru büyük bir doğa tarihinin parçası ve o tarih ile karmaşık ilişkilerle belirlenmiş kaderini yaşamaktadır. Örneğin bir ağaç hem kendi potansiyeli hem de çevresinin ona sunduğu ekosistem içerisinde kendi hayatını yaşar, doğar, büyür ve yeri gelince ölür. Ağacın potansiyeli yine içinde hayat bulduğu ekosistem ile birlikte bütün olarak birbiri ile etkileşimli tarihsel bir sürecin doğal ürünüdür ve yine bu ağaç ekosistemdeki bir çok başka unsur üzerinde doğurduğu etki ile bütüncül organik tarihe kendi katkısını da yapmaktadır.

Oysa biz herhangi bir olguya kendi gözlem kabiliyetimiz çerçevesinde yaklaşırken onu atomik ve etrafından soyutlanmış olarak düşünmeye meyilliyizdir. Doğanın her bir unsurunu kendi hikayesi ile sınırlı olarak ele alıp atomik bir analiz yapmak bir metod olarak etkili ve gerekli olarak değerlendirilebilse de, bütün organik süreci gözden kaçırmamıza engel olmamalıdır.

Bu organik süreç büyük patlamadan günümüze bütün evreni bizim için tek bir hikaye haline getirir. Ne var ki, bu hikayede insanın yeri de ayrı bir tartışma konusudur. İnsan eylemleri organik sürece kendi bilinç ve iradesi ile katılıp, süreçten bağımsız olarak atomik ve yerel midirler, yoksa insan da büyük patlamada başlayıp günümüze kadar süren büyük organizmanın etkisiz ve çaresiz bir aktörü olarak yerel olmayan genel bir eylemliliğin tezahürü müdür?

Bulut Atlası filmini ilk izlediğimde -kitabını okumamıştım- yazarının Hegel okuduğunu düşündüm. Hayır bunu düşünme nedenim filmdeki Marksist mesaj değildi. Zaten bana sorarsanız bütün kapitalizm karşıtı mesajına rağmen film sosyalist bir bakış açısına sığdırılamayacak kadar özel bir hümanizm de içeriyordu. Ancak film içinde tarihin belirli zamanlarında iç içe geçmiş 6 hikayede, her bir insan eyleminin başka hayatları nasıl etkilediğini, dolayısıyla etkileyici eylemin de başka eylemlerin sonucu olarak ortaya çıktığını anlatmaya çalışan bir tarihselci kurgu vardı. Filmde vadideki keçi çobanı Zachry’nin hikayesinde Platon’un mağaza alegorisine de göndermeler vardı, korku ve özgürlük arasında sıkışmış halkın mücadelesi belki başka bir çok politik okulla bağdaşabilir ancak her şekilde “hayatlarımız kendimizin değil” diyen bütün hikayeleri bir arada ele aldığımızda Hegel’i dinliyor olmanın hazzını yaşayabilirsiniz.

Ancak Hegel tarihselciliği bir yandan tarih içinde ortaya çıkan bütün olguları birbiriyle etkileşimli zorunlu bir çıktı olarak görürken, bir yandan da insanı tarihin kölesi olmaya karşı mücadeleye çağırmaktadır. Tıpkı Platon’un insanı gölgeler dünyasından (mahsusat) akıl dünyasına (makulat) çağırması gibi, Hegel de kölenin efendinin baskısından kurtulmak için kendi özgür iradesini hatırlaması gerektiğini söylemektedir. Platon’da felsefe insanı yanılsamanın zincirinden kurtaracak akıl ışığı iken, Hegel’de felsefe insana özgür iradesini hatırlatıp tarihin tutsaklığından kurtaracak politik rehberdir.

İşte Hegel’in bu rüyası yine filmde bir karşılık buluyor. Genetik mahiyeti açısından hizmetçi köle olarak üretilmiş Somni’nin kendine biçilen kaderden kaçıp kendi iradesini ve hazzını keşfetmesi ve devrime ilham verecek bir lider haline gelmesi filmde Hegel’in felsefeyi aynı zamanda politik bir uyanış olarak da konumlamasını andırıyor. Benzer şekilde insanın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi için çabalaması gerektiğine yönelik bu fikir, filmde başka bir hikayede yamyamların tasallutu altında korku ile yaşayan vadi halkının bu korkulu hayattan bir kurtarıcı rehberliğinde özgürlüğe yürümeleri şeklinde de ortaya çıkıyor.

Peki, devrim tarihe karşı/rağmen midir yoksa devrim de tarihin bir parçası mıdır? Nitekim Hegel’e göre devrimin ateşi olan felsefe bir yandan da felsefe tarihinden ibarettir. Yani insanların ortaya koyduğu düşünceler tarihten bağımsız yerel düşünceler değil, yine tarihin büyük etkileşimli bütünlük içerisinde ürettiği çıktılardır. Dolayısıyla trajik bir şekilde tarihe karşı kendi özgür irademizle başkaldırma denemelerimiz de bir yandan tarihin kendisi olmaktadır. Bir tez olan tarih kendi antitezini de kendi içinde barındırmaktadır, kendi katilini doğuran ana gibi.

Dolayısıyla tarihselci bir insan okuması, özellikle de Darwinci ekolün katkısıyla insana her ne kadar tarihe karşı bir tutum takınma görevi yüklese de, tüm insani duruşların tarihin doğal bir parçası olduğu bir çıkarıma zorunlu olarak yürümektedir. Öyleyse insan bir anlamda ancak teorik olarak varsayılabilen özgür irademize tasallut eden tarihe karşı yine tarihsel iradesini kullanarak savaşma asaleti ile kodlanmış bir mücadele kavşağı, ve tarihin bir tarafı bizi bütün eylemlerimizle tutsak etmeye kalkarken bir tarafı bizi bu tutsaklığa karşı kışkırtıp bir kıyama zorlamaktadır. Şüphesiz dinler tarihi de bu bağlamda okunabilir. İnsanı dünyadaki doğal-vahşi düzene karşı bir dik duruşa davet eden dinler de, aslında insan üzerinden bu doğal düzenin kendini bir antitez olarak gerçeklemeye devam etmesi değil mi?

Bulut Atlası’nın vahşi yamyamları veya onlardan çok farkı olmayan kapitalistleri nasıl tarihin bir parçası ise, onlara karşı duran bir irade sergilemeye çalışan devrimciler de aynı tarihin başka bir parçası. Ve belki de her iki taraf ta ilahi komedya da kendilerine biçilen rolü özgür irade yaftası altında oynuyorlar.

Tarih Tasarımı
R. G. Collingwood Çev: Kurtuluş Dinçer
Doğu Batı Yayınları

Bulut Atlası’nı Hegel’e bağlayan ilk kişi ben değilim, ama bu filmi izlemeden önce tam bir tarih bilgisi ile ekran karşısına oturmak isterseniz size önereceğim kitap Colligwood’un Tarih Tasarımı. Nitekim Collingwood, bundan önceki kitabı Doğa Tasarımı’nda bize doğanın insan bilgisi bağlamında etraflı bir tarifini verdikten sonra mevzuyu gelip insana ve tarihe bağlamıştı. Doğa aslında tarihin kendisi ve insan da tarihin bir parçası olmakla doğanın zorunlu bir uzantısı haline gelmekte. Colligwood sonraki kitabı Tarih Tasarımı’nda ilk kitapta yaptığı doğa çözümlemesine benzer bir metodoloji kullanarak insan ve tarihi çözümlemiş oluyor.

Collingwood batı düşüncesinde özgür iradeyi kutsallaştıran tüm akımlarda olduğu gibi, kitabının sonunda tarihi doğanın vesayetinden kurtarmanın imkanını tartışıyor ve bunun mümkün olduğunu savunuyor. Dahası tarihin kurulumunda ana etkinin özgür insan etkinliği olduğunu ileri sürüyor. Buraya kadar tüm batılı düşünürlerin özgür iradeyi kurtarmak zorunda olduklarını hatırlayalım, nitekim özgür iradeyi reddettikleri anda aydınlanma kilisesi tarafından dışlanacaklardır, bu yüzden özellikle Collingwood gibi dev yazarların özgür irade hakkında yazdıklarına bakarken onun ama’dan sonra yazdıklarına bakmak gerekir.

Amader Collingwood,bu özgürlük insanların eylemlerinin efendisi olup sonuçların tüm sorumluluğunu üzerine alarak planlarını gerçekleştirmede özgür oldukları anlamına gelmez. İnsanın planlı etkinliklerle doldurmayı kurduğu önündeki boş uzay, içine adım attığı andan itibaren boş uzay değildir. Tarihçinin incelemesi gereken etkinlik hiç bir zaman zorunluluktan bağımsız değildir, kendi durumunun olgularıyla karşı karşıya gelme zorunluluğundan.”

İnsani eylemlerimin tarihin doğal bir uzantısı olduğunu biliyorum, ancak bu eylemliliğin tarihin akışında ortaya çıkan güçlünün zayıfı ezdiği vahşi-doğal düzene karşı duran tarafta konumlanmasını kendim açısından bir lütuf olarak görüyorum. İnsan olmak bu lütfa mazhar olabilmenin adı değil mi zaten?

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.