Elif Nihan Akbaş

Her sabah uyandığınızda rüyalarınızı bir devlet görevlisine yazdırmak zorunda olduğunuzu, sonra ülkenin en ücra köşesine kadar yayılmış bu görevliler tarafından toplanan o rüyaların tamamen bu işe ayrılmış bir kurumda toplanıp değerlendirildiğini, bir sürü birimin elinden geçip yorumlandığını ve o yorumlara göre ödüllendirileceğinizi ya da cezalandırılacağınızı bilseniz, başınızı yastığa korkusuzca koyabilir miydiniz? Peki ya o rüyaların toplandığı kurumda bir memur olsanız ve hem rüya sahibinin hem de devletin kaderini tayin edecek gücün sizin o rüyalara getireceğiniz yorumlarda yattığını bilseniz?

Arnavut yazar İsmail Kadare’nin ilk olarak 1981 senesinde yayımlanan ve yayımlanır yayımlanmaz yalnızca kendi ülkesinde değil dünyada da büyük ses getiren Rüyalar Sarayı adlı romanı, tam da bu amaçla kurulmuş bir sarayda hızla yükselen bir memurun gözünden bakıyor dünyaya. Devletin geleceğini tahmin etmek ve olası saldırıları, komploları, sabotajları engellemek için “Tabir Sarayı” adı verilen bir rüya bakanlığının kurulduğu alternatif bir Osmanlı İmparatorluğu’na doğru bir yolculuğa çıkıyoruz Rüyalar Sarayı’yla birlikte.

İmparatorluğun her yerinden toplanan rüyaların yorumlanmasıyla, ülkenin geleceğine dair kararlar alınıyor ve tehdit teşkil ettiği düşünülen rüyaların sahipleri, devlet mekanizmasının uygun gördüğü şekillerde cezalandırılıyor. Baskıcı bir rejimin en önemli bürokratik kurumlarından birini en ince detayına kadar gözler önüne seren bu kitabın, kitap basıldığı dönemde neredeyse kırkıncı yılına yaklaşan totaliter bir rejimle yönetilmekte olan Arnavutluk’ta yasaklanması elbette şaşırtıcı değil. Nihayetinde, yazarın kurduğu dünyada çocukluk yıllarından beri içinde yaşadığı yönetime dair derin gözlemlerin izlerini bulmak zor olmuyor. Nitekim idarecilerle hiçbir zaman pek de iyi anlaşamamış olan Kadare, Rüyalar Sarayı’nın yayımlanmasından sonra giderek artan çekişmeler nihayetinde 1990 senesinde Arnavutluk’u terk ederek Fransa’ya iltica ediyor.

Rüyalar Sarayı
İsmail Kadare
Çeviren: Finesa Xhibo
Jaguar Kitap

Tarihi roman görünümlü bir distopya olarak sınıflandırılabilir Rüyalar Sarayı. Mekân ve zaman metinde adlı adınca dile getirilmese de Osmanlı’nın gerileme dönemine denk geldiği ve imparatorluğa bağlı Arnavutluk topraklarında geçtiği hissettiriliyor. Fakat anlatılan yalnızca o toprakların, ancak belirli bir dönemde yaşanabilecek öyküsü değil. Baskıcı bir rejimin hüküm sürdüğü, bir arada yaşayan farklı kültürlerden kimileri bastırılırken kimilerinin yüceltildiği/empoze edildiği herhangi bir coğrafyanın herhangi bir dönemiyle hiç zorlanmadan paralellik kurulabilir. Bu da herhalde iyi bir distopyanın özelliklerini listeleyecek olsak ilk sıralarda kendine yer bulacak bir özellik.

Romanın kahramanı, Arnavutluk’un Doğu ve Batı arasında sıkışmışlığını isminde taşıyan Mark-Alem adlı bir genç. İmparatorluğun siyasi anlamda en etkili ailelerinden biri olan Köprülülerin bir mensubu olan Mark-Alem’in Tabir Sarayı’nda işe alınmasıyla başlıyor yolculuk. Okur, kitap boyunca Mark-Alem’in rehberliğinde geziniyor bu sarayın koridorlarında. Nüfuzlu bir aileden geldiği halde hırsları olmayan, etliye sütlüye karışmayan, sorumluluk almaktan mümkün mertebe kaçınan bir adam ana karakterimiz. Öyle ki Saray’daki işine beklenenin aksine en alt kademeden değil de hiyerarşinin orta sıralarına denk gelen bir basamaktan başlaması da, hiç ummadığı bir hızla, ne olduğunu bile anlamadan yükselişi de şaşırtıyor onu. Ailesinin nüfuzunu kullanmaya alışık değil, pek meyli de yok. Ama bunu büsbütün reddedecek, hatta tuhaf ve yakışıksız bulacak bir kişilik de değil. Keza tabir birimine atanmasından sonra büründüğü ruh hali de onun kişiliğini yahut kişiliksiz varlığını ortaya koyuyor.

Yorumlaması için önüne konan rüyaları olabildiğince erteliyor, bir yargıya varmaktan kaçınıyor, en basit rüyalar için bile bir hataya düşme korkusuyla birilerine danışma yahut arşive inme yoluna başvuruyor. Fakat onu endişelendiren yalnızca işini doğru yapıp yapmadığı değil. Amirlerinin yorumlarına ne gözle bakacağı konusunda da kaygılı. Zira monarşiyle yönetilen bir devlette nüfuzlu bir aileden gelmek yalnızca belli konularda ayrıcalıklar elde etmek anlamına gelmiyor; her daim bıçak sırtında yaşama, dengelerin her an değişebileceği gerçeğine hazırlıklı olma mecburiyeti de bunun bir parçası. Mark-Alem de en güvenli yol olarak, bütün bürokratlar gibi yaratıcılığını bastırmayı ve basmakalıp tabirlerle önüne gelen dosyalardan bir an evvel kurtulmayı seçiyor. Roman boyunca Mark-Alem’i hep gergin, tedirgin, korkulu ve neler olduğunu, kendisinin ne yapması gerektiğini anlamaya çalışan bir haletiruhiyede görüyoruz.

Bu tür hikâyelerde genellikle ana karakterin bir noktada sistemi sorgulamaya başladığını ve baş döndürücü bir hızla bir özgürlük kahramanına dönüştüğünü görürüz. Ancak Kadare’nin kahramanı böyle bir maceraya atılmadığı gibi Tabir Sarayı’nın labirenti andıran koridorlarında bir çıkış yolu da aramıyor aslında. Bir noktadan sonra anlama çabasını bile bir kenara bırakıyor. “Arabada, sokaktaki meraklı bakışlara maruz kalmamak için koltuğun en köşesinde, gölgede oturmaya alışmış” olan Mark-Alem’in tek çabası sisteme adapte olmak, göze batmamak ve mümkünse görünmez olmak. Bunun için Rüyalar Sarayı’nı kendine bir sığınak belliyor ve yavaş yavaş hayattan koparak ilk adım attığı günden beri koridorlarında hiçbir zaman yolunu bulamadığı saraya karışıyor. Ana karakterin apolitik oluşu, etkileyici bir tercih. Okur, roman boyunca Mark-Alem’in peşinden giderken çok net bir siyasi tablo görüyor ama keskin siyasi fikirlerle yönlendirilmiyor.

 Rüyalar Sarayı’nın, İsmail Kadare’nin başyapıtı sayılmasının en etkili sebeplerinden biri de kuşkusuz anlatının oluşturduğu atmosfer. Sıkça Kafka, Orwell ve Saramago gibi yazarlarla karşılaştırılan, belki bu yazarların yapıtlarından tınılar taşısa da tamamen kendine has bir dünya bu. Anlatılan dönemin çalkantılı siyaseti, durmaksızın değişen dengeler, imparatorluktaki totaliter yönetimin yarattığı baskı ve hikâyenin ana mekânı olarak seçilen sarayın bürokratik kasvetiyle tekinsiz koridorları birleşince okurun içine işleyen bir atmosfer oluşturuyor. Bir saat mekanizması gibi işleyen, binlerce kişinin çalıştığı ancak ortalarda kimsenin görünmediği, sessizliğin âdeta duyulabilir olduğu binada Mark-Alem’in roman boyunca süren tedirginliği, okuru da diken üstünde tutuyor.

“Belirsiz ve tehlikeli olan ya da yıllar, asırlar sonra olacak olan her şey, kendini ilk önce rüyalarda gösterir. Tutkular ve karanlık düşünceler, felaketler, ayaklanmalar ya da suçlar kendilerini göstermeden önce gölgelerini muhakkak yansıtırlar,” diyor yazar romanın henüz giriş bölümünde. Rüyalara atfedilen önemin kaynağını göstermesi açısından önemli bu. Çünkü çaresizlik anlarında rüyalardan ve kehanetlerden bir işaret arayan, burçlardan yıldızlara, türlü çeşit haritalardan falcılara kadar her şeye başvurup tutunacak bir dal arayan insanlara benziyor devletler de. Dağılmanın eşiğine gelindiğinde metafiziğe ve gerçek ötesine, baskıya ve zulme başvuruyorlar. Karşılarında koca bir ağaç gibi dikilen sorunlara, o sorunların kökenindeki hatalarına odaklanmak yerine, muhayyel felaketlerin gölgelerini avlamaya kalkıyorlar. Kadare de kuruluş mitini bir rüya üzerine kurmuş bir imparatorluğun, yaklaşmakta olan çöküşünü engellemek için rüyalardan medet uman çaresiz çırpınışlarını, bütün renklerini yitirmek pahasına gölgelere karışmaya hevesli genç bir bürokratın gözünden anlatıyor.