Muhittin Şimşek

Tren hakkında, tren yolculuğu hakkında çok şeyler yazıldı, çizildi. Şiirlerde sevgiliye kavuşma anının sevinci, türkülerde canandan, anadan-babadan ayrılığın yanıklığı söylendi. Kâh hüznün kâh sevincin kaynağı oldu trenler. Memleket hasreti işlendi raylara ilmik ilmik… Sevgililer el salladı, analar gözyaşı döktü ciğerparesinin ardından. Sevkiyatları yapıldı “kınalı kuzular”ın. Nice anılar gizlidir, her metresinde yılan gibi kıvrılan rayların…

Mesela şu Elazığ türküsü;

“Kara tren gelmez m’ola,

Düdüğünü çalmaz m’ola,

Gurbet ele yar yolladım

Mektubunu salmaz m’ola…”

Yüreklerini az dağlamamıştır anne-babalarımızın…Ya da bugün tınısını duyduğumuzda yürek tellerimizi titreten sevgili Özhan Eren’in;

Kara tren gecikir belki hiç gelmez,

Dağlarda salınır da derdimi bilmez,

Dumanın savurur halimi görmez,

Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez”

türküsü sadece treni değil, aynı zamanda Anadolu insanının özlemini, hasretini, garipliğini, çaresizliğini de anlatır bize… Yazılı, sözlü edebiyatımız incelendiğinde ne hikâyeler, şiirler yazılmış tren üzerine, ne romanlar kurgulanmış yıllarca…

Anlatacağım bir hatıradan öte bir dönemin tren yolculuğu resmidir. Bizim köy ile Nizip arasında tek ulaşım aracı vardı çocukluğumda: tren. Sabah 6.00’da Karkamış’tan kalkar, 6.10’da bizim köyde olurdu. Köy ile istasyon arası 3 km’lik bir mesafedir. İstasyon dediysem öyle aklınıza oturma salonu, bilet gişesi olan bir istasyon gelmesin. Bir yük vagonundan bozma, tahta baraka vardı. Kışın çamurlara bata bata karanlıkta yola çıkılırdı trene ulaşmak için. Keleklioğlu, Gürlevik, Şemik, Elifoğlu, hâsılı bütün köylerde dura dura, bugün 20 dakikada gittiğimiz yolu neredeyse bir buçuk saatte kat ederek Nizip’e ulaşırdık. Yolculuk Nizip’e gelecekler için biterdi ama Antep’e gidecekler için daha iki saatlik yol vardı. Akşam da Antep’ten kalkan tren, yolcularını toplaya toplaya saat 17.00’de Nizip’e gelirdi. Nizip istasyonu çok güzel bir istasyondur. Büyük bekleme salonunda büyüklerimiz sohbet ederlerken ya da bir birlerine yaptıkları alışverişi anlatırlarken, biz de koşturup dururduk, anlamsızca bağırmalarımızın büyük salonda yankılanmasından haz duyarak. Malum elektrik çok sık kesilirdi 70’li yıllarda. Bilet satış gişesinin iki yanında iki büyük gaz lambası hemen devreye girerdi (otomatik olarak değil canım, bir görevli cebinden çıkardığı kibritle kemal-i ciddiyetle yapardı bu işi). Lambanın yakınında olanların gölgeleri salonu kaplardı adeta, uzaklaştıkları zaman da küçülürlerdi. Biz o gölgelere basmaya çalışırdık.

Öyle on-line çalışan sistem de yoktu. Biletler kalınca kartondan, bilet delme makinalarına iki kere sokulup çıkarılır ve yolcuya verilirdi. Bu makinaların tok sesleri de hoşumuza giderdi. Çocukluk işte… Eğer yolculardan bilet satıcısını tanıyan varsa, onun yanına gitmesi, hele hele orda bir sandalyeye oturması müthiş gururlandırırdı o kişiyi. Her halinden belli etmeye çalışırdı. Kömürle çalışan Kara Tren, Taşbaş dağından göründü mü düdük çalmaya başlardı. İşte o düdükle beraber yolcularda sebebini o zaman bilmediğim, bugün de çözemediğim müthiş bir heyecan başlardı. Kompartmanlar sekizer kişilik; yer bulanlar oturur, diğerleri koridorlarda beklerdi. Koridorlarda da oturma yerleri vardı, yaylı. Oturmak için açılırdı. Ama güzel bir şey vardı, hemen herkes birbirini tanıdığı için küçükler kalkar büyükler otururdu. Koyu bir sohbet başlardı büyüklerin arasında. Kimisi de uyuklardı. Benim en çok ay-yıldızlı pencereler dikkatimi çeker, onları muhakkak tırnağımla kazımak isterdim. Pencereden elimi uzatıp rüzgârı hissetmek istediğimde ya anamdan (rahmetli) ya da babamdan hep azar işitirdim. Hâsılı köy istasyonuna vardığımızda kış ise eğer, zifiri bir karanlıkta çamurlara bata bata evimize ulaşırdık. Bu yolculuklar tarifi imkânsız bir haz uyandırırdı bende, olanca sıkıntısına rağmen. Evimiz Nizip’e taşındıktan sonra tren yolculuklarımız azaldı. Ama Nizip istasyonu akranlarımla birlikte oyun alanımız olmuştu.

Beton zemin çok azdı Nizip’te. İstasyon o alanlardan biriydi. Bilyalı arabalarımızla oynamak için istasyon biçilmiş kaftandı adeta. Çok amaçlı kullanılıyordu, bugün bile mimarisine hayran kaldığım Nizip İstasyonu. Seçimlerde sandıklar kurulurdu, kömür tevzii alanıydı, miting meydanıydı, biz çocukların oyun bahçesi, sıcak yaz gecelerinin serinleme alanıydı. Buharlı trenler vardı çocukluğumuzda. Kocaman bir deposunu doldurmak için gri renkli 3 metre yüksekliğinde büyükçe çeşme diyebileceğimiz mekanizmalar vardı. Lokomotifin kendi kömürünü temin için ayrı bir vagon vardı hemen arkasında. Küçük bir tünele girildiğinde bile burnunuz simsiyah olurdu kurumdan. Bu trenleri hayal-meyal hatırlıyorum. Sonra, kırmızı-beyaz renkli dizel lokomotifleri görür olduk hep. Daha hızlı, daha temiz, dumansızlardı. Üstelik suya da ihtiyaç duymuyorlardı. Zamanla o kocaman gri çeşmeler çürüdü ve sonra da söküldüler. Hep hayatımızda bu lokomotifler oldu. Bugün bile…

Ortaokulu bitirdikten sonra liseyi parasız yatılı okumak için memleketten ayrılmak zorunda kalmıştım. Artık Kayseri’de okuyacaktım. Üç yıl boyunca Kayseri’ye trenle (Toros Ekspresi) gittim. Gece saat 3’te Nizip’te olması beklenen trene yetişmek için babam, kurmalı saati kurardı yatmadan önce. O gece kimsenin gözüne uyku girmezdi. Ama herkes uyuma numarası yapardı. Zaman zaman annemin ağladığını fark ederdim. Ben de uyuyamazdım. Saat çalması demek, ayrılık vaktinin geldiğinin işareti idi. Hazırlanıp istasyona giderdik. İstasyonda görevliler, sobanın etrafında uyuklarlardı. Neden sonra uyanırlar ve bizi içeri davet ederlerdi. Bekle bekle tren gelmez. Saat 5’i geçe tren gelirdi. O an anlatılmaz med cezirler yaşardım. Henüz 14 yaşında bir çocuk için tarifi imkânsız duygularla öperdim ellerini annem ve babamın. Antep’e ulaştığımızda yeni vagonlar eklenir, epey bekledikten sonra hareket ederdi. Sekizer kişilik kompartmanlarda yer bulabilirsem kendimi şanslı addederdim. Tren Fevzipaşa’ya geldiğinde bütün yolcular iner, ilçeyi gezmeye başlarlardı. İlçe dediysem, anlayın işte… Beş saat, altı saat beklerdi tren orada karşıdan gelecek olan treni. Hareket edeceğimiz zaman, kondüktörlar kahvelerde okey ya da kâğıt oynayan yolcuları toplarlardı. Hava karardı mı bazen vagonların elektrikleri kesilir, göz gözü görmez olurdu. Bu arada yavaş yavaş yorgunluk kendini göstermeye, göz kapakları kapanmaya başlardı. Kompartmanlarda oturanlara, uyuyanlara imrenerek bakar, en büyük dileğimin “şu anda onların yerinde olmak” olduğunu düşünürdüm. Dayanamayacak hale geldiğimde annemin yolda yemem için yaptığı dolmaları, gözüme kestirdiğim kompartmandaki insanlara vererek, belki onların beni içeriye davet etmelerini beklerdim. O da olmazsa koridordaki oturakta da yatılmıyordu ki. Biraz uykuya dalsam gelip geçenler dokunur rahat vermezdi. Dayanılamayacak hale geldiğinde, kompartımanlarda oturanlardan rica eder, sepetlikte uyumak için müsaade isterdim. Sepetlik, araları bir karış açıklıkta olan metal çubuklardan yapıldığından, bir müddet sonra her tarafınız acımaya başlardı. Olsun. Uzanıyordum ya… Bu tür yolculuklarım lise bitene kadar devam etti. 8 saatlik otobüs yolculuğunu 20 saatte gitmeye alışmıştım, dahası otobüse binemez olmuştum.

Lise bitti. Üniversite eğitimi için İstanbul’a kayıt olmaya yine trenle gelmeyi tercih etmiştim. Bu tür uzun yolculuklarda 36 saatlik kader paylaşımı mı nedir, inanılmaz güzel dostluklar kuruluyordu. Her neyse… Mevcutla iktifa ile mutlu olmaya çalışıyorduk aslında. Dünya, her alanda olduğu gibi demiryolu taşımacılığında da hızla ilerliyor, saatte 450 km. hız yapan trenlerle yolculuk yapıyorlardı. Uçaktan sonra en hızlı ulaşım olmuştu. Oysa bizde?… Yurtdışına gittiğimizde hızlı trenlerin konforunu, hızını gördükçe hayıflanıyordum. Bizde böyle olacağına ihtimal vermediğim gibi ümidim de yoktu.

Bir insanın ömrüne sığan bir serencamdan bahsettim size. Koridorlarında bile yer bulunamayan, tuvaletine girilemeyen trenlerden, filmin seyredildiği, kafesinde kahvenizi içerken her türlü iletişimin sağlandığı ve bir gazete okuma zamanında Ankara’dan Eskişehir’e ya da bir kitap okuma zamanında İstanbul’a ulaştığımız trenlere…

Nerden nereye. Üstüne türkülerin yakıldığı trenler yerine, kavuşma zamanı olarak artı-eksi 3 saatlik toleransın verildiği trenlerden “Saat 17.34’te oradayım.” olan artı-eksi 1 dakikalık toleranslı trenlere… Yani? Yanisi şu; unutulan, gözden çıkarılan demiryolculuğu ve tren yeniden… 

Arka Kapak dergisi 12. sayı