Ayşe Kara

Muhyiddin Şekûr ve Su Üstüne Yazı Yazmak, Türk okurları için birbiri ile özdeş iki isim gibidir. Bu iki isim bir masal cümlesi gibi akar insanın içine. Şekûr Su Üstüne Yazı Yazmak’da La ilahe illallah hattı ile karşılaşmasını anlatır. Kitabı elinize alır almaz bunun herhangi bir metin olmadığını, kalbinizi titretme gücüne sahip bir hikâye olduğunu fark edersiniz. Yazar, düşüncelerini, heyecanını, en saf, en samimi duygularla kalbinize akıtır. İçine doğduğunuz, kanıksadığınız inancınızı yepyeni bir dille aktarır. Onun iman/İslâm tecrübesini izlerken inancınız tazelenir.

Bütün iyi kitaplar atmosfer yaratır, anlatıcının hissiyatını aktarır fakat Su Üstüne Yazı Yazmak, okurunu ötelere, kalp ülkesine taşır; seyrin, keşfin içine alır. Şekur’un bu seyri, Attar’ın kuşlarının vadilerdeki yolculuğu misalidir. İkinci kitabı Gölgeler Koridoru’nda yazar artık başka bir vadidedir. Bizzat tecrübe etmiştir. Görünür gerçeklikten öte bir hakikat âlemi vardır. Bize masal gibi gelen Sûfi hikâyeleri birer hakikattir ve veliler aramızda yaşamaktadır. Kalbin kapısı halen açıktır. İkna eder sizi. “Bunlar sizin başınıza da gelebilir.” İman zaten görünmeye inanmak değil midir?

Muhyiddin Şekûr’u ve hikâyesini çok sevmiştik Amerikalı yazar hiç de yabancımız değildi. Kalben yakın düşüyorduk. Afrikalı Müslüman atalarından, Kunta Kinte’den yakınlığımız vardı. Muhammed Ali, Malcolm X gibi soydaşlarını takip etmiştik. Kıtalar ötesinden kalbimize ümit ve heyecan aşılamışlardı. Bir okuru olarak ben hep merak etmiştim. Siyahi Halk hareketi aynı kuşağın delikanlısı Şekûr’un muhitinden nasıl geçmişti, dalgalar nasıl vurmuştu onun kıyısına?

Yazdan Kalan Son Gül’de Şekur böyle bir hikâye anlatıyor bize. Bir zincir kırma hikâyesi. Su Üstüne Yazı Yazmak ve Gölgeler Koridoru’nun o çok özel etkisinde kalan okurlar için hemen söyleyelim ki şimdi sizi bambaşka bir metin bekliyor. Kültürel kodlar üzerinden yürüyen kıpır kıpır fantastik bir metin; Sufî bir yazarın gözünden “tutunanların” romanı.


Yazdan Kalan Son Gül
Muhyiddin Şekur
Timaş Yayınları

Afrika/Amerika kıtaları arasında mekik dokuyan romanın çerçevesini Kuzey Amerika Cleveland’da yaşayan 61.Caddeliler; Carlos ve Kamara’nın aşkları çiziyor. Bu aşkın izleğinde Afro-Amerikanların gizemli buluğa erme törenlerini, sıradan bir adam gibi görünen savaşçı ustaları, bu bilge ustalarla birlikte kuşaktan kuşağa çıraklara aktarılan kutsal bilgiyi/ fantastik ritüelleri izliyoruz. Zincirleri kırmak, ateşlerden geçmek ilk adımlar.

Hikâyenin kalbi, gizli öznesi, evrensel dili müzik gibi. Cenneti, ezeli güzelliği, “evi” çağrıştıran bir simge güzel ses. Köklerinden koparılıp köleleştirilen siyahilerin, özlemlerinin, ümitlerinin ifadesi. Hayata tutunma imkânı. Dünyaya açılan kapıları. Yazar müzikle iç içe geçen hayatları anlatırken seçkin bir caz listesi hediye ediyor bize. Bu müzikleri dinleyerek kitabı okuduğunuzda hikâye seyre dönüşüyor, siyah inciler hareketlenip, canlanıyor gözünüzde. Pirinç, pamuk tarlalarından yükselen, dokunaklı/hayat dolu bu müzik Timbuktu’da başka tınılara; bir melodi gibi ezberlenen atalar silsilesine, ezanın ve Kur’anın makamlarına bürünüyor.

Şüphesiz “beyaz adam”la gerilim/çatışma/kölelik günlerine dair travmalar, hikâyeyi daha janjanlı yapabilirdi. Fakat imalar, küçük işaretlerin dışında beyaz adamı pek de kaale almıyor 61. Caddeli siyahiler. Hikâye “kendilerine” yaslanıyor; kendilik üzerinden anlatılıyor. Kurgudaki bu seçim hikâyenin bir mağduriyet, dış dünyaya karşı bir başkaldırı, kaosa katkı olarak okunmasına müsaade etmiyor. Öyle ki kötü adamlar bile kendilerinden birileri. Blue Joe, Kamara’nın kibirli “beyaz yakalı” büyük babası, orduda Carlos’a “takan” çavuş, hepsi birer siyahi.

İnsanın en büyük handikapının kendisi olduğunu biliyor Muhyiddin Şekûr. İnsan için nelerin mümkün olduğunu da… “Rüyası olan herkese” siyah/ beyaz tüm insanlara büyümeyi/buluğa ermeyi, uyumdan, ahenkten yana olmayı teklif ediyor. Sûfî günlüklerinde “için en içinden” konuşan yazar bu defa hikâyesini dışarıdan bir bakışla anlatıyor. Anlatıcının sesinden okurun kalbine yine huzur yayılıyor. 

Arka Kapak dergisi 25. sayı