Kaan Murat Yanık


‘’Artık yaşamak gerektiğinin baskısını duydum içimde. Yaşanacak hayatımı yaşamalıydım. Baştan aşağı maskaralıktan başka bir şey olmasa da, gerçek hayatımla hiç ilgisi bulunmasa da, artık başlamanın ve çaresiz ayaklarımı harekete geçirmenin zamanı gelmişti benim için.
’’

Yukio Mişima, geleneği, modernizmle vuruşturarak ortaya dökülen şiddet, nefret, yabancılaşma, ikizleşme, aşk, bulantı hallerinden ateşli romanlar devşiren, şüphesiz Japon Edebiyatı’nın en çok tartışılan kült yazarı…

Hem metinleri, hem de hayatı çelişkilerden müteşekkil olan Mişima, bir samuray ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Klasikleri okumaya ve onu kuşatan dünyanın sınırlarını delmeye erken yaşta başlamış;  kısacık hayatında neredeyse sanatın her dalıyla uğraşıp ve henüz hayattayken üç kez Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmiş. Senaryo, tiyatro oyunları yazmaktan, senfoni orkestrası yönetmeye, mankenlik yapmaktan kamera karşısında rol kesmeye, dövüş ustalığından sabun satıcılığına varana kadar yığınla şey yapmış. Hukuk okuyup maliye bakanlığında memur olarak çalıştığı kısa dönemde devletin Batı’ya entegre olmak için reform hazırlığına girişmesi onun sağ ideolojiye bağlı aktivist yönünün belirginleşmesi açısından önemli olmuş diyebiliriz. Zira Japon toplumunun geleneksel değerlerinin iğdiş edilmeye başladığı yıllar, bu zamana tesadüf eder.

Mişima vatansever bir yazardır. Fakat onun hayat felsefesin merkezine yerleştirdiği vatanseverlik olgusunu başka Japon yazarlarda bulamayız. Çünkü bu duygu, modernizme karşı geleneği savunmanın ötesinde, geleneği yüceltmek uğruna bir kurban olma hali arzusudur. Belki de bu arzunun tesiri ile romanlarındaki karakterlerin varoluşlarını ispatlama açlığı, katil veya maktul olmak dışında her şeyi reddeden, ya da küçümseyen dar bir eksene sıkıştırılmıştır. Romanlarında görülen kana,  şiddete, sanata ve cinsel paranoyaya olan düşkünlüğünün temelinde de, genetik kodlarındaki eğilimlerle birlikte bu arzunun yattığını söylemek mümkün. Zira Mişima Hitler hayranı bir ailede yetişmiştir, büyük dedesi cellattır ve şiddet klasik Japon kültürünü özümsemiş aileler için olağan bir şeydir.

Mişima’nın huzursuzluğu, kendi ruhunu ve bedenini keşfederken başlamıştır.  Modernleştikçe değişip dönüşen öz toplumuna bir süre sonra yabancılaşması da, bedeni ile arasındaki bu aykırı durumla benzerlik gösterir. Mişima, öz toplumun yozlaşmasını, kollektif bir kararla köle ahlakını benimsemesini mânâlandıramadıkça, yabancılaşmaya karşı verdiği mücadelenin dilini serleştirmiştir. Bu dil, hem aktivist olarak yaptığı konuşmalara, hem de hayat- ölüm çemberinde cisimlenen romanlarının diline sirayet etmiştir. Bu bağlamda özünü yitirdiğini düşünen kendi ülkesine, ülkeyi kıskacına alan modernizme ve kültür emperyalizme hem fiziksel, hem de kalemiyle savaş açmıştır. İmparatorluğun tanrısal misyonunu yitirip Japonya’nın Batı’nın gölgesine girişini ve ikinci dünya savaşı sonrası yaşanan yıkım sebebiyle gün yüzüne çıkan insanın sefaletini, kör noktalarını, psikolojik boyutlarını ağıtılar halinde romanlarının arka fonuna koymuştur. Ayrıca zamanı, güzelliği, aşkı, hazzı, sapkınlıkları, tarihi, ergenliği, aile kavramını ve ölümü büyük çatışım kümeleri içine sokarak, birbirleriyle karıştırıp ortaya büyük bir hafıza sığınağı çıkarmıştır.

Mişima bizi her zaman ve her anlamda şaşırtıcı bir isim olduğu için onun yazar ve aydın kimliğiyle Japonya’nın modernizme direnmesini sağlamak amacıyla bir örgüt kurup solcu üniversitelerde münazaralara gitmesini veya kendine bağlı müritlerini zihin-beden-inanç üçgeninde bizzat eğitmesini de olağan karşılayabiliriz. Evet! Silahlı bir örgütten bahsediyorum. Fakat kurduğu bu minyatür ordu ile türlü eylemlere girişip şiddete başvurması ve akabinde yine bir eylemde hitap ettiği insanlar tarafından aşağılanması neticesinde harakiri / seppuku yapıp karnını deşerek tıpkı bir samuray gibi intiharı, onun hayatını fantazya sınırlarında dolaşan bir romandan daha çekici kılıyor. İntiharın akabinde yazdığı vasiyetle tıpkı bir samuray gibi başının gövdesinden ayrılması isteği ise cabası…

Mişima’yı Dalgaların Sesi isimli romanıyla keşfetmiş ve Japonya’nın ücra bir adasında, dört yanı denizle çevrili çekik bir taşra melodramını beğenmiştim. Dalgaların Sesi’ni, pastoral betimler, duru bir dil ve saçaklanmayan basit bir çatışma ağı ile Kavabata, İshuguro veya Natsume Soseki gibi durağan Japon yazarların romanlarına benzetmiştim çünkü ‘Bir Maskenin İtirafları’nı henüz okumamıştım.

Sanırım onu hakkıyla idrak etmek için yarı- otobiyografik romanı sayılan ‘Bir Maskenin İtirafları’ üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor. Roman üslup açısından görünmez duvarla dolu. Okur, sürekli benliğini arayan bir karakterin bastırmaya çalıştığı dürtülerle nasıl hesaplaştığını görürken o duvara çarpıp, sersemliyor. Mişima bazen bilinç akışı tekniği ile bazen de, kanlı ve erotik öğeler barındıran sahnelerle Doğu- Batı felsefesinin şekil verdiği mefhumları, açmazları yapı bozumuna uğratmaya çalışıyor. Ahlak ve türevlerini biçimlendirilmiş bir kaide üstüne oturtmak veya dolambaçlı yollardan izahata girişmek yerine onlara kesin reddiyeler yazıyor. Mişima’nın, karakterini kanlı resimlere baktırıp belki de sado-mazoşist diye adlandırılabilecek bir trans haline soktuktan sonra ölümle nihilist düzlemde bir hesaplaşma yaptığını da söylemek mümkün. Bunları yaparken boşluğun, saflığın, lekelerin ve arasında özel bir bağ kurduğu eşyaların detaylarına odaklanıp bazen metafiziksel imalarda bulunuyor. Mişima’nın detaylara odaklanması ve baş döndürücü cümleleriyle soyut kavramları derinleştirmesi onun kimi zaman duru, kimi zamanda türlü renkleri birbirinin içinde eriten anlatımına özgün ve harika bir esinti katıyor.  Mişima’nın hemen her kitabında kullandığı kışkırtıcı çerçeveyi bu romanında da görüyoruz. Bu çerçevenin içine konulan her çatışım, her hayat, her karakter bu çerçevelerin alevleriyle tutuşuyor. Fakat Bir Maskenin İtirafları’nda, ‘Bahar Karları,’ ‘Meleğin Çürüyüşü, ‘ ‘Denizini Yitiren Denizci’ eserlerinden farklı olan esas ve en önemli nokta, romanın otobiyografik izler barındırmasının yanında sessiz bir manifesto özelliği taşıması; ölümü, aykırı bir cinselliği, şiddeti ve felsefeyi tersten bir okumayla yeniden var etmesi.

Bunlarla birlikte Mişima’nın hem hayata bakış açısı, hem metinlerinin vahşiliği, hem de kimi araştırmacıların ‘pateit’ olarak adlandırdıkları ruh hali, bilhassa batılı yazarlara çok ilginç gelmiştir. Marguerite Yourcenar, ‘Mishima Ya da Boşluk Algısı’ isimli eserinde onu tarif etmeye çalışırken;

‘’Bu meşrutiyetçi İmparator’a bağlılığı ile sağcıdır, mazlum ve aç köylülere bağlılığıyla da solcudur. Hapishanede sürekli dayak yiyen komünistlerden daha iyi muamele gördüğü için utanır.’’ Der.
Thomas Bernard ve Gunter Grass ise Mişima’nın her kavramı elinde büyüteç ile inceleyip yazması meselesine yani detaycılığı ve disiplinli olmasına odaklanırlar. Zira haksız da sayılmazlar çünkü öleceği günün hemen öncesinde yayıncısının beklediği metni bitirip teslim etmeyi ihmal etmemiş, hamile kedisinin doğuracağı yavruya bile ismini intihar etmeden bir gün evvel koymayı unutmamıştır. Kedinin ismi Yukio Mişimadır yani; Ölümle lanetlenmiş kayıp şeytan…

Yukio Mişima’nın muhafazakar, hatta tırnak içinde faşist yönü ile eşcinsel kimliğinin aynı bünyede toplanması, intiharı onu başlı başına ilginç bir yazara dönüştürüyor. Ama hayatı, ölümün hayaleti olarak yorumlayıp her şeyle derinden ama gürültülü hesaplaşma açlığı onu benzersiz ve sarsıcı bir yazar yapıyor.

‘’Bu dünyadaki bütün düşüşler, alçalışlar arasında en tiksindirici olan saflığın düşüşü, alçalışıdır.’’

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 22.sayısında yayınlanmıştır.