Hasan Ali Yıldırım

Sanatın esası yaratıcılık…

Ve her istisnai hak, yetki veya yetenek yahut yeterlilik gibi sınırlı; yazık ki. Vakti saati gelince, parmak izi bırakmadan ihanet eder sahibine.

Şiir, müzik ve resim… Özellikle de şiir, yaratıcılıkla sınırlı, aynı zamanda yaratıcılığı sınırlı bir zihin etkinliği. Niteliklisi.

Kişiden kişiye, dönemden döneme değişse de vakti saati gelince orijinalite yerini tekrara, alışılmışa, olağana, sıradana, kimileyin daha da acısına, beyliğe bırakır.

İşte bu sınırı tanımak istemeyen yahut sınırlanmak istemeyen kimi yaratıcı sanatçıların bir dönem sonrasında kendilerini tekrara mahkûm kalmaları, o âna değinki eserlerine yakışmayan kıratta işlere imza atmaları veya düpedüz saçmalamaları bundan.

Ne ki yaratmaya, yani varolanı, o güne değin varolmayan bir tarzda yeniden ifade etme şevkine gem vuracak babayiğit nerede?

Yakın geçmişte bazı esnafı şuara, bir reklâm ajansında metin yazarlığı nevinden kimi orijinal tükenme biçimleri de icat etmedi değil.

Bir Ünlüyü Yeniden Yaratmak

Zihnin kemâlâtının beraberinde getirdiği bu yaratıcılık eksilmesinin herkeste tecellisi bir başka.

Nâzım Hikmet tiyatroyu bile denedi. Necip Fazıl’ı ne senaryo yazarlığı kesti, ne de piyes… Sezai Karakoç düşünürlüğe kulaç attı. Şiirinden aşağı kalmayan romanlara imza atsa dahi Tanpınar aradığı Huzur’u bulmuş sayılmaz. Kendi alanının dışına çıkan Peyami Safa meselâ. Ya şiir de yazmaya kalkan Sabahattin Ali’ye ne demeli? Şimdilerin çoksatarı Kürk Mantolu Madonna’sı ilk yayımlandığında yüz kızartıcı suç işlemişçesine ayıplanayazılmıştı da mani düzeyine yakın düşen şiirine kimse iki çift lâf etmemişti.

Kendi alanlarının dışına taşma “dürtü”sünden sözederken bütün bu şair ve yazarların ideolojik kaygılarını yoksaydığım sanılmasın sakın. Fakat biliyoruz ki aslında yaratıcı zihin, bir yemek tarifi verirken bile yaratmadan edemeyen bir vasıftadır. Kendiliğinden.

Ne ki acı son belli: Şiirin dışına çıkılınca ya kısmi hayalkırıklığı yahut büsbütün hüsran… Veyahut bu ikisinin arasındaki berzahta geziniverme.

Cemal Süreya’nın portre yazarlığının sırrını tam da buralarda aramalı.

Yaratıcı bir sanatkâr ömrüne sığmış onca yüzün, bedenin, görüntünün, karakterin, mizacın ve ahlâkın, o sanatkâr bakış açısı ve ifade tarzıyla yeniden bedenlenişi… Etle, kemikle ve kanla değil, kelimeyle, benzetmeyle ve yaratıcılıkla. Muhatabını sarıp sarmalayan bir kuşatılmışlıkla ama.

Ve sözü geçen o karakterin, ânında gözönünde canlanabilmesi… “Evvett ya! Nassı’ da fark edemedim?” hissi…

“İnsan Nedir?”in Zamane Cevabı: 99 Yüz

Bir ikona kadar bilinirleşmesi öte yandan. “İnsan nedir?” köklü sorgusuna dair bazı perdelerin kalkması… Aralanırlaşması en azından.

Bilindik sanılan şeylerin nasıl da gözden ırak kaldığını okurunun gözünün içine sokarcasına ifade, şair cesareti ister. “Bir sanatçı başka türlü görür”ün ezici zaferi; bambaşka türlü de ifade eder elbette.


99 Yüz
İzdüşümler – Söz Senaryosu
Cemal Süreya
Yapı Kredi Yayınları

Demek ki Cemal Süreya’nın kaleminden çıkmış bir portreyi okumak demek, insanın üç büyük bilinmezinden birine dair (Tanrısı, kendisi ve çevresi…) kayda değer bir katkı demek. Fakat ifade etmek durumundayız: Bu katkının, okurun zihninde de tecellisi için az buçuk yaratıcılık şart…

Bilgelik bir de.

Gençken okuduğunuzda hakkında yazdığı portreyi anladığınızı kabul edersiniz. Şiir kadar mahir bu yaratıcı nesrin sahibini de takdir edersiniz belki de. Fakat olgunluk döneminde 99 Yüz’le yüzleşmek, artık bu zekâ ve yaratıcılık gösterisinin kulisine de sarkabilmek demek. Arkasına bakabilmek. Kısmetse içine nüfuz edebilmek. Cilânın kazınıp aslın tecellisi… Portrenin de, giderek insanın da.

Nazım ile Nesrin Ortak Şiiri

Doğası gereği portre; kuru, sıkıcı, sığ, beylik, sıradan, kabukta kalmaya mahkûm bir kalıp arz eder. Hayatın kendisi gibi tıpkı. Sanatçının eserinde onu yeniden ifadesi şart. O yüzden ressamın elinden çıkma hakiki bir portre ile vesikalık resim arasında ne soydan bir fark varsa olağan bir mensur portre ile Cemal Süreya’nın 99 Yüz’deki portrelerinden herhangi birisinde öylesine bir kapanmaz makas vardır; şairin lehine elbet.

Bu yüzyılın öncesinin oyuncak nevinden icadıydı “fusion”. Olur-olmaz neler nelerle karıştırılmadı, harmanlanmadı, kaynaştırmaya çalışılmadı ki! Zihnin damağında bıraktığı tadı sorgulamak mı? Ne gam?

Ne söyler bize bir vesikalık? Amerikan mahkeme filmlerindeki yemin repliğinden iç ederek söyleyelim: Görüneni… Yalnızca görüneni… Peki hakiki manâsıyla bir portrenin vesikalıktan farkı neydi? Görünenin arkasındaki görünmeyen ama sezilebileni açığa çıkarmak.

İşte Cemal Süreya’nın 99 Yüz’de yaptığı da tam olarak bu: Döneminde herkesin gözünün önündeki popüler isimlerin; sanatçıların, yazarların, şairlerin, oyuncuların, komedyenlerin, siyasetçilerin, işadamlarının; hasılı televizyonda görünen ve göründüğü için de bilinir kabul edilen bilumum eşhasın, görüntülerinden hareketle görünmeyen yönlerine sarkmak: karakterlerine, mizaçlarına, alışkanlıklarına, saplantılarına, beklentilerine, zaaflarına, bilinçlerine, bilinçaltlarına, geçmişlerine ve geleceklerine.

O yüzden de Cemal Süreya’nın 99 Yüz’ü, İnsanlık Komedyası’nı roman çapında resmetmeye sıvanan Balzac’ın gayesinin minimal misali. Balzac’ın eserinden daha imajinatifi, (Hiç gocunmaya gerek yok.) daha cıvıl cıvılı, kıpır kıpırı; şenliklisi. Jilet kesiklisi. Çünkü daha yaratıcısı.

Cemal Süreya’nın portreleri kelimeleri bir renk paletindeki bütün tonları en isabetli bir tarzda seçmeyi becerebilen bir karakter ressamı denli “cuk oturan” bir isabet barındırır. İsabet derken… Ele aldığı her kişinin portresinin bütün yargılarında tam anlamıyla isabet ettiğini falan iddia etmiyorum. Tersine, hatta katılmadığımız yargılarındaki, o yargıları dile dökerkenki çarpıcı gözlem kudretinin isabetinden söz etmekteyim elbet.

Bütün o günyüzü görmemiş yakıştırmalar, zaman zaman nazik bir kılığa büründürülmüş çamur atmalar falan… Bir renk curcunası sarhoşluğu, bir sirk karnavalı edası…

Eğitim Şart, Zekâ da

Şunu vurgulamak durumundayım. Bazı yiyecek ve içeceklerin, ne zaman, nasıl, ne şekilde, hangi öğelerle ve ne tür bir ortamda “alınması gerektiğini” salık veren zorunlu tavsiyeler vardır ya, o cinsten hem de: 99 Yüz, ancak ve ancak geneli aşmış geçmiş bir kültür düzeyinde, ince bir zevk eşliğinde, yüksek bir mizaha eşlik edebilecek kıvamdaki bir kişilik anlayışı eşliğinde muttali olunabilecek bir kırat barındırmakta.

O yüzden de kitabı şimdilerde bile okuduğunuzda, bahsi geçen portre sahibi hakkında fazla bir şey bilmediğinizde yani, falancaya şıppadanak denk düştüğünü görebilirsiniz. İnsan değişmez çünkü. Anlayışı değişir bir tek. Ve anlatışı.

Şiirdeki yaratıcılığını, tutarlı ve aynı zamanda etkileyici benzetme kurma yeteneğini portre alanına da taşıdığı için, bir Cemal Süreya portresi okumak demek, sözü geçen kişinin ruh röntgenini tespit etmek demek. Şairane ama mahir. Kuşatıcı bir şiir. Çarpıcı bir kontur. Kalıcı bir imge. Kolaycana silinmeyen bir ikona. Zihnin duvarına çakılı.

Ve ironi. Hem de günyüzü görmemiş soyundan. İlhan Berk’in deyimleri gibi. Hem bir tek ona mahsus, hem de herkesçe kavranabilen. Ve elbette orijinal.

O yüzden Cemal Süreya’nın 99 Yüz’ü, şairin şöhretinin gölgesinde birkaç dem dinlenmiş yeniyetmelerin kolaylıkla ıskaladığı küçük bir şiir mücevheri.

Arka Kapak dergisi 16. sayı