Özkan Ali Bozdemir

James Wood, ‘Kurmaca Nasıl İşler?’ kitabının önsözünde, kurmacanın hem yapma hem de gerçek olduğunu ve bu iki olasılığın bir arada bulunmasının hiç de zor bir şey olmadığını belirtirken aslında gerçeklik ve kurmaca kavramlarının birbiri içerisinde kaynaştığından ve bu kavramların çoğu kez aynı paralelde ilerlediğinden söz eder. Metin içerisindeki sahicilik duygusunu güçlendiren bu bakış, okurun hayâl dünyasında belirsiz bir gerçekliğe dönüşür ki, bu da edebiyat eserinin en temel ödevidir diyebiliriz. Yazarlar ‘hikâye’ anlatma konusunda her ne kadar bir izlek belirleseler de, kendilerini çizdikleri sınırın dışına çıkarmaktan ve bu büyülü gerçekliğin perdesini indirmekten bir türlü alıkoyamazlar. Yazarının da serüvene dâhil olduğu bu metinler, kurmacanın karmaşık işleyişine yerinde bir örnek. İşte, ustalıkla örülen bu kurmacalarda metnin düğümü sayılabilecek güçlü bir soru veya düşük bir ihtimal saklıdır çoğu kez.

Bir kış sabahı uzak bir ülkenin taşra istasyonundan trene binen yolcu, belli belirsizce selam verip karşısındaki koltuğa oturduğu kişinin birazdan okuyacağı kitabın yazarı olduğunu bilseydi olaylar nasıl gelişirdi?

‘Basit Bir Es’ böylesi bir fikirden hareketle çıkıyor yola. Issız bir coğrafyanın ortasında, güneyden kuzeye ağır ağır tırmanmakta olan eski bir trenin içerisinde farklı ülkelerden iki insanın yolu bir kitap aracılığıyla nasıl kesişebilir? İlk bakışta gerçekleşmesi zor görünen bu tesadüf, kurmacanın ‘sahici’ gücüyle olağan bir karşılaşmanın ortasına bırakıyor okuru. Basit Bir Es’in ön deyişinde, Italo Calvino’nun ‘Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım’da yer alan “kitabın içindeki okur buradaki okur olduğunu iddia etmekte, buradaki kitap kitabın içindeki kitap olmayı istemekte” cümlesi yer alıyor. Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Enis Batur, Italo Calvino’dan ve onun bitmemiş öykülerine yer verdiği ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ adlı kitabından hareketle yazıyor Basit Bir Es’i. Hatta bu ön bilgiye dayanarak kitabın ‘basit bir esin’le ortaya çıktığını da düşünebiliriz.


Basit Bir Es
Enis Batur
Kırmızı Kedi Yayınevi

YAZARIN İFŞÂSI

Basit Bir Es’in anlatıcı-yazarı, karşısında oturan yolcunun birazdan okumaya koyulacağı kitabı görür görmez büyük bir şaşkınlık yaşıyor elbette. Hikâye, bu andan itibaren yazarın kendini tanıtıp tanıtmayacağı ihtimali üzerinden ilerliyor. Masum bir sezgiyle okurun, karşısındaki yazarı hemence tanıyacağını ya da yazarın kendisini bir şekilde okura tanıtıp kendi kitabı üzerinden bir konuşma ortamı sağlayacağını düşünürken, Enis Batur farklı bir bakış açısı sunarak anlatıcı-yazarını susmaya davet ediyor. Ve bu suskunluk boyunca karşısındaki okurun kim olduğunu, kim olabileceğini düşünüyor, düşündürüyor.

Yazarların kitaplarını nerede, ne şekilde, nasıl bir duyguyla ya da hangi araç gereçleri kullanarak yazdığı şüphesiz ki okurların merak ettiği konulardan biri. Peki ya okurlar bir kitabı nasıl okur, onların zihninde hangi düşünceler dolaşır ve okudukları satırlardan keyif alıp almadıkları nasıl anlaşılır? Bu ve benzeri soruları aslında yazarların da düşündüklerini, her ne kadar yazarken bir okur modelini hayâl etmeseler de bu konuyu içten içe merak ettiklerini büyük bir samimiyetle itiraf ediyor yazar. Tren taşra kasabasında yavaşça ilerlemeye devam ederken dikkatlerimizi okurun -dolayısıyla kendimizin- üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürüyor Enis Batur ve karşısına oturan okuru net bir biçimde betimlemese de kendi okurunun nasıl biri olabileceğini düşünüyor bu sırada. Sonuçta elinde bir ‘okur kataloğu’ olmadığını da belirterek gizemli okurlarının kimler olduğunu hayâl etmeye başlıyor. Belki yirmili yaşlarında, açık kumral, gür sakallı ve hafif tütün kokan bir genç; belki orta yaşlı, mavi gözlü, kalın kaşlı, varlıklıca bir ailenin tek erkek evlâdı, belki de bembeyaz örgülü saçları olan yaşlı bir kadın… Hayâlî okurunun fizyolojisine dair tahminlerde bulunduktan sonra, bu defa karşısındaki yolcu-okurun hareketlerini izlemeye koyuluyor. Ya kitaptan başını kaldırır da camdan dışarıyı izlemeye koyulursa, ya yaklaşan bir istasyondan apar topar inerse gibi olasılıkları düşünerek telaşa kapılıyor ve artık kendini ifşâ etmenin eşiğine geliyor. Yazarın gergin bekleyişinden tümüyle habersiz olan okur, büyük bir dikkatle okumakta olduğu kitaba kaptırmıştır oysa kendini. Okurun uzun süren sessizliği bu defa yazarın düşünce dünyasını anlayabilmemiz için iyi bir fırsat sunuyor bize.

OKURUN DOKUNDUĞU YAZAR

Anlatıcı-yazarın öteki yazarlar veya kitaplarla kurduğu ilişkileri, gençliğinde bazı yaşıtları gibi akademinin bir üyesi olma yolunu neden seçmediğini ve henüz yolun başındayken yazamama kaygısı taşıdığını da bu süre zarfında öğreniyoruz. Dolayısıyla bu gergin bekleyiş bizleri yazarın zihnindeki çatlaklardan içeri sızmaya ve farklı bir yolculuk deneyimi yaşamaya davet ediyor. Bu durumu, kitap içinde kitap alıntısından hareketle ‘yolculuk içinde yolculuk’ olarak da düşünebiliriz. Yolculuk süresince okurunun kendisini tanımadığını artık kabul eden yazar, ‘Başkalarını bilemem, ben kitabın ne önünde ne arkasında yazarın yüzü karşıma çıksın, okuyacağım metinle arama bir varlık olarak girsin istemem.’ diyerek aynı gerekçenin okur tarafında da haklılık payı olduğunu belirtiyor. Bu gerekçesini ifade ederken belki de böyle düşünmesine neden olan bir konuyu, o ‘ulaşılmaz yazar’ imgesini irdelemeye başlıyor böylece. “Senin kuşağın, yetişme çağında ‘büyük’lerinden gördüğü, etkileri altında kaldığı bir erişilmezlik efsanesinin ağına yakalanmıştı. Fotoğraf çektirmeyi bile yadsımış öncülerinize imreniyordunuz. Okurun dokunduğu yazar değerli, sahih, kalıcı biri olamazdı.” Tam da bu sırada karşısındaki okura doğru eğilip ‘Ben okuduğunuz kitabın yazarıyım.’ demeyi düşünüyor ve fakat okurunun “Öyle mi?” demekle yetinmesi ve mesafeli bir gülümsemenin ardından diyaloğu söndürmesi ihtimalini de işe katarak bu fikrinden hemence vazgeçiyor yazar. Kendini kovuğundan dışarı çıkaramayan gizemli yazarın böyle hazin bir sahne yaşamak istememesinin temelinde, o ‘ulaşılmaz’lığın yazarda yarattığı tahribat etkili olmuştur diyebiliriz.

Peki, bu yolculuk daha ne kadar sürecektir? Tren usulca ilerlemeye devam ederken okurun inmemekte kararlı olduğunu gören anlatıcı-yazar artık pes ediyor ve cebinden not defterini çıkarıp birkaç satır yazmaya koyuluyor. Italo Calvino’nun ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’ kitabında gerçekleştirdiği ve başlangıçla sonun bir anda yer değiştirdiği kurgusuna belki de bir ithaf olarak kırk sözcükten oluşan bir paragraf karalıyor yazar ve bu kısa yazıyı bitirir bitirmez trenden iniyor. Doludizgin yağan yağmurun altında, iliklerine dek ıslandığını umursamadan bilmediği o şehrin merkezine doğru ağır ağır ilerliyor. Ve kitap sonun başlangıcıyla açılıyor: “Eğer, bir kış sabahı, trenin biriki dakikalığına durduğu uzak bir ülkenin taşra istasyonundan binen tek yolcu karşındaki boş koltuğa oturur ve çantasından senin yıllar önce yazdığın bir kitabı çıkarıp okumaya koyulursa, şaşırma: Bu sahne başka bir yazar tarafından senin için yazılmıştı.”

Arka Kapak dergisi 5. sayı