Erkan Şimşek

Tarihin bazen daha hızlı aktığı dönemler ve yerler vardır. Mesela 18. ve 19. yüzyıllar, Rus İmparatorluğu için tam da böyle zamanlardı… Avrupa’nın dışında ama yanı başında 125 milyon nüfuslu bir ülkeydi burası. Nüfusun 100 milyonu köylüydü. Slav–Rus–Ortodoks tabanlı bir toplumsal doku hayata hakimdi ve Çar Büyük Petro’nun katalizörlüğünde hızla yükselen bir sanayileşme vardı.

Aydın despot tipinin önemli örneklerinden biri olan Büyük Petro, 18. yüzyıl başlarında Batı’ya öğrenciler göndermiş (hatta kendisi de işçi kılığında Avrupa’da çalışmış), Rus Bilimler Akademisi’ni kurmuş, Kiril alfabesini sadeleştirmiş, gazeteler açılmasına önayak olmuş, çeviri çalışmalarını başlatmıştı. Rusya’ya tarihin treninde adeta birinci mevkide yer açmak istiyordu. Milyonlarca kilometrekareye yayılmış çok milletli Rusya imparatorluk bakiyesinin bu telaştan elbette haberi yoktu ama eli kalem tutan aydınlar, edebiyatçılar ve bizzat Petro’nun çabalarıyla bilgiye yaklaşan kesimler bu büyük dönüşümü anlamaya, analize etmeye başlamışlardı.

Bu çabalar 100 yıl boyunca devam edecek ve neredeyse birçoğu 19. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyaya gelen büyük edebiyatçıları müjdeleyecekti. Puşkin (1799), Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Lermontov ve biraz daha geç olmak üzere Tolstoy (1828).

Rus aydınlanmasının insan ruhu ve toplum yaşamı üzerine etkilerini, doğurduğu çelişkileri, değişen hayat tarzlarını anlatan bu romancılar öyle bir şey başardılar ki dünyanın en büyüklerinden oldular. Bu dönüşüm, parçalanma, kabullenme, itiraz etme süreçlerini evrensel bir mesele haline getirdiler ve öyle yazdılar. Bu maceranın en büyük ismi de Dostoyevski oldu.

Peki Dostoyevski bunu nasıl başardı? Hem de Rusluğa ve Ortodoksluğa özel önem atfettiği halde. Hem de bugün dile getirse enikonu gerici ilan edilecek görüşlerine rağmen nasıl evrensel olabildi? Bu soruya geçmeden önce yazarın biyografisinde biraz dolaşalım. Nihayetinde yazarı yazar yapan yaşadığı hayattır değil mi?

1821’de alkolik, zorba, doktor bir babanın oğlu olarak Moskova’da dünyaya geldi. Fiziksel olarak zayıf yaradılışlıydı, sürekli hastalanıyordu ama buna rağmen ailesi ona sıcak kafa, inatçı, arsız diye hitap ediyordu. Küçük yaşlarda edebiyatla ilgilenmeye başladı ve Cervantes ile Homeros’u keşfetti. 16’sında annesini, 18’inde babasını kaybetti. Babası ölmeden önce onu Askeri Mühendislik Akademisi’ne göndermişti. Babasının ölüm haberiyle 1839’da ilk sara nöbetini geçirmişti. 1843’te teğmen mühendis olarak orduda göreve başladı. Aynı yıl ilk edebiyat eserini (çeviri) yayınladı. Eugenie Grandet adlı bu kitap, Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” serisinde yer alıyordu. Dostoyevski Fransızcayı askerî okul öncesi gittiği yatılı okulda öğrenmişti. Hatta bir de Chermak adlı bir pedagogun açtığı özel bir okula devam etti. Bu okulun yıllık ücreti babasının yıllık geliriyle aynıydı ve babası bu yüzden çok fazla mesai yapmak zorunda kalmıştı.

İlk romanı İnsancıklar (Bednye lyudi) 1846’da yayınlandı ve büyük ses getirdi. Ancak takip eden yıllarda bu başarıyı sürdüremedi ve aldığı eleştiriler yüzünden çöküntü yaşadı. Daha sonra Petrashevsky Çevresi olarak bilinen monarşizm karşıtı bir edebiyatçı/entelektüel tartışma grubuna katıldı. Bu çevreyle olan ilişkiler neticesinde Dostoyevski Belinsky’nin yasaklı Gogol’a Mektuplar adlı kitabını (ve yasaklı başka kitapları) bulundurmakla suçlandı. Bu suçlama onu Çar I. Nikolay’a karşı mücadele ettiği iddiasına götürdü ve tutuklandı. Sibirya’ya sürgüne gönderildi.

Sürgünden sonra 1857’de Marya İsayeva ile evlendi. 10 yıl aradan sonra 1859’da Amcanın Rüyası (Dyadushkin son) ve Stepançikovo Köyü ve Sakinleri (Selo Stepanchikovo i ego obitateli) ile edebiyata geri döndü ama yine eleştirilerden kurtulamadı. Ancak Ölüler Evinden Hatıralar ile (Zapiski iz mertvogo doma) nihayet yine eski gücüne kavuşmuş oldu. Eser, Sibirya günlerinden derin izler taşıyordu.

Daha sonra Türkiye’de de olduğu gibi entelektüel-edebiyatçı portresinin sıklıkla yaptığı gibi bir dergi çıkardı. Zaman (Vremya) adlı bu edebiyat-politika dergisinde batı dillerinden tefrikalar yayınlanıyor, politik analizler yapılıyordu. Dergi, Polonya’da Ruslara karşı yapılan Ocak İsyanı’nı analiz ettiği için 1863’te kapatıldı. Dergi, Dostoyevski’nin batı karşıtı, Panislavist metinleriyle doluydu.

Bu dönemde çok çalışmaktan dolayı zaten kırılgan olan sağlığı iyice bozuldu ve dinlenmek için Avrupa turuna çıktı. Bu aslında bir tür “batıyı yerinde inceleme yolculuğu”ydu. Bu geziden sonra kesin bir batı karşıtlığına soyundu, bunun mücadelesini metinleriyle yürüttü. Ama bir yandan da Almanya’ya gidip kumarhanelerde sabahlamaktan ve elbette kaybetmekten geri duramıyordu.

Kumarbaz (İgrok) romanı bu tecrübelerinden doğmuştu. 1864’te Rusya’ya döndükten sonra yine ağabeyiyle Devir(Epoha) adında yeni bir dergi çıkardı. Yeraltından Notlar’ı (Zapiski iz podpol’ya) burada tefrika etti. Dostoyevski bundan sonra yazmaya hız verdi ve peşpeşe büyük romanlarını kalem aldı: Suç ve Ceza (Prestupleniye i nakazaniye – 1866), Ecciniler (Bésy – 1971/72) bu dönemin ürünleridir.

Bu süreçte yayıncılarla iyice içli dışlı olan Dostoyevski artık şöhretin de verdiği kredi ile yayıncılardan büyük avanslar alıyor bunları da kumarda kaybediyordu. Daha hızlı yazmak için bir sekreteri işe aldı ve onunla 1867’de yani eşinin ölümünden 3 yıl sonra evlendi. Doğan kız üç aylıkken ölünce bir travma daha yaşadı. Adım adım deliliğe doğru gidiyordu. Büyük fikirleri, büyük romanları vardı, dünya edebiyatının çizgisini değiştiriyordu ama yine de yoksulluk, sara krizleri, kumar bağımlılığı ve aileden gelen darbelerden kurtulamıyordu. Tıpkı Rusya gibiydi. Ülkesinin kaderini kopyalamıştı. Çelişkiler, yenilgiler, hastalıklar, o eski büyük günlerin hayali, teorik olarak dünyaya hükmetme arzusu, pratikte basit bir ev ekonomisini idare edememe ama yine de büyük bir oyuncu gibi davranabilme yeteneği. Tastamam Rusya da böyleydi.

1874’te tıbbi gerekçelerle bir kere daha Almanya’ya gitti. Bir keresinde bu Avrupa seyahatlerini Sibirya’daki sürgün günlerinden daha kötü olarak tanımlamıştı. Avrupa’daki hakim kültürel zenginlikte Rusya’nın layıkıyla temsil edilmeyişini dert ediyordu. Tıpkı büyük Petro gibi.

Dostoyevski yazarlık macerasının bir özeti sayılabilecek temaları bir araya getirdiği Karamazov Kardeşler’i (Brat’ya Karamazovy) ölümüne üç ay kala tamamladı. 9 Şubat 1881’de St. Petersburg’da hayatını kaybetti. Öldüğünde neredeyse 60 yaşındaydı. Mezarı yine bu şehirdedir.

12 roman, 4 novella, 16 öykü, 200’den fazla makaleye imza atmış, 700’den fazla bilinen mektubu olan bir yazardı Dostoyevski.

Peki bu büyük romancı, nasıl erişilmez ve haklı bir şöhrete sahip oldu? Üstelik batıya düşman, evrensel değerlere mesafeli, komşu toplumlara karşı (Türkler hakkındaki fikirleri mesela) ırkçı yargılara sahip olduğu halde. Çünkü Dostoyevski iş edebiyata gelince kendi hayatının ve parçası olduğu toplumun bütün yaşanmışlıklarını insanlığın bir tecrübesi olarak gördü. Edebiyata su katmadı. Bildiğimiz anlamda değil de ütopik anlamda söylersek demokrasiyi romanına sorgusuz sualsiz ve cesaretle buyur etti. Eşitlik ilkesini kahramanlarından esirgemedi. Mahkeme kurmadı, fikrini dayatmadı. Dostoyevski’nin ideolojik olarak net bir tavrı vardı ama romancı olarak romanını bu fikir üzerine inşa etmedi. Romanlarında belki de en iyi tasvir ettiği tipler kendi gibi olmayanlardır.

Murat Belge bu durumu Suç ve Ceza’nın (İletişim Yayınları, 2002) Türkçesine yazdığı önsözün sonunda veciz bir şekilde özetler: Dostoyevski, romancı olarak en büyük başarısını, fikren en çok karşı olduğu insan tiplerini çizerken göstermiştir. Olağandışı bir “dramatizasyon” başarısı bu: Herkesin sonuna kadar “kendisi” olabilmesi ve hiç engellenmeden her şeyini ortaya koyabilmesi. Romanda pek az benzeri bulunabilecek bu “polifoni”yi oluşturmak için, Dostoyevski’nin zihninde bu “münazara”nın herhangi bir galibi olmaması gerekiyor. Dostoyevski’nin iç dünyasında kimse kazanamadığı için, sonunda kazanan roman sanatı ve dünya romanı oldu.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 27.sayısında yayınlanmıştır.