Yazar: Sedat Albayrak

Kitapların kaderi okurların kapasitesine bağlıdır.

Sahaf mezatlarına ilk kez uğrayanlar, yeryüzünün bu en tuhaf pazarlarından birinde, ilk bakışta çok keyifli gözüken, tatlı rekabete dahil oldukça kumar gibi insanı içine çeken, pey vermeye yükselen ellerin arkasındaki heyecan ve gerilim dolu bakışlara hemen şahit olurlar. Günlük hayatta pek rastlayamayacağımız bu bibliyofil tiplerin tarih, tür ve fiyat fark etmeksizin belki de ilk kez o anda gördükleri eserleri koleksiyonlarına katmak için gösterdikleri hırs akıl almazdır. Artık onların bu dünyada mutlu olabilecekleri tek yer ya senelerce büyük emek ve servetle kurdukları şahsi kütüphaneleri yahut da yenilerine kavuşabilecekleri sahaflarıdır. Gütenberg galaksisinde bibliyofillere saadet yoktur. Bir hâmişin, bir dipnotun peşinde, aramakla bulunmaz bir eserin yokluğu onlara azap olarak yeter. Ali Emirî’nin Dîvânü Lugât’i-Türk’ü keşfettiği sahaftan satın alması hikâyesindeki gibi “Benim tek sevgilim kitaptır. Gerisi mihnet, endişe ve gamdır,” diye özetlediği bir ağır yüktür kitap sevdası.

Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphâne eserinde tarihte ve kültürlerde kütüphane kurma düşüncesinin ve kitap tutkusunun ilginç hikâyelerini anlatırken yer yer kurmaca karakterle imkansız yolculuklara çıkılır. Zweig’ın Sahaf Mendel’i (Buchmendel, 1929) de aslında hayali bir karakter değildir. Bütün bibliyofillerin kendilerinde veya kimi zaman kıskanarak başkalarında gördükleri bu hastalığı tasvir etme çabasının belki de en güzel numunesidir. Bu hikâyeyi tam da ben yazmalıydım dedirtecek kadar insanı yakalayıp çeken, gerçekliği rahatsız edecek derecedeki bir hayatın kısa öyküsü.

Dünya savaşının hemen arefesinde Viyana’nın klasik kafelerinin birisinde kendisine ayrılan küçük köşede kitapçılık yapıyordur Sahaf Mendel. Café Gluck’un müdavimi öğrencilerin kaynak sordukları, Viyana entelijansıyanın nadir eserleri danıştıkları nevi şahsına münhasır efsanevi bir kitap bilginidir Mendel. Kendisini kitaplara o kadar vermiştir ki gözü hayatını adadığı ciltlerden başka hiçbir şey görmez. Herhangi bir mesele sorulduğunda adeta görünmeyen bir katalogdan sayarcasına iki düzüne kitabı yayınevi, tarihi ve fiyatıyla birlikte kendine has mağrur bir edayla sıralamaktadır. Mendel’in devleşmiş bir hafızası vardır ve sihirli bir levhadan okur gibi sonsuz bir bibliyografya saymaktadır. Tek nefeste iki asırlık eserlerin dökümünü yapar fakat şaşkınlık verici bu vukufiyetine rağmen kitapların içeriğiyle alakası yoktur, hemen hemen onların sadece maddi varlığı ve şekliyle ilgilidir. Eline aldığı esere uzun uzun bakar, koklar, tartar onları bütün duyularıyla hisseder ve hafızasının derinliklerine nakşeder fakat muhtevasına hakim değildir. Kafeye Mendel için gelen bir öğrencinin gözünden Zweig, onun şahsında bibliyofillerle ilgili şu hükmü kurar: “Bu küçük, eski kitapçı Mendel’de, insanı sanatçı, bilgin, gerçek bilge ve tümüyle deli yapan sonsuz adanmışlığın bütün sırrının, kusursuz bir tutkunun trajik mutluluğu ya da mutsuzluğu olduğunu görüyordum.”

Zweig tutkuların yazarıdır. Biyografileri de novellaları da insanlığı yücelten ya da körelten tutkularla kuşalıdır. Sahaf Mendel de körleştirici kitap tutkusunun çarpıcı bir hicviyesidir. Dünyaya zerre kıymet vermeyen, kafede kendine ayrılan küçük köşede kitaplarıyla yalnız başına yaşayan Mendel gün gelir Princeton’dan kütüphane kurmak maksadıyla davet alır. Fakat gitmeyi göze alamaz çünkü bir kez olsun bile kendisini bu kafenin dışında hayal etmemiştir. İşte tam burada bibliyofillerin ruhbanlara benzer tarzda tecrit olmalarının trajedisi ortaya çıkar. O sırada dünya savaşı patlak vermiştir. Savaşın bütün kavurucu rüzgarı arasında Mendel’in azalan müşterileri haricinde hiçbir şeyden haberi dahi olmaz. Ta ki savaşın iki kutuplu kahramanlık ve hainlik denkleminde köpüren öfke seli nihayet onun da kapısını çalana kadar. İngiltere ve Fransa’ya nadir dergileri temin etmek için gönderdiği mektuplar sebebiyle sorguya çekilir. Dreyfus vâri bir şekilde casusluk şüphesiyle tevkif edilir. Savaştan bile haberi olmayan bu zavallı adama önce mesleği sorulur, ruhsatı olmadığı için seyyar kitapçı olduğunu söylenebilir ancak. Sonra memleketi Polonya-Rusya sınırındaki Petrikau’dandır ve nihayet Musevi olduğu anlaşılır. Üstelik Avusturya vatandaşı da değildir. Neye uğradığının farkına dahi varamayan bu ihtiyar adam önce hapishaneye oradan da toplama kamplarına sevk edilir. İki sene burada o bütün eza-cefa içinde kaldıktan sonra hatırlı müşterilerinin tarikiyle nihayet kurtulur. Hikâyenin finalini söylememek adına burada sonlandırmak belki yerinde olacak. Fakat yazarımız Mendel’in hayatına bir kat zorluk daha katarak görme yetisini de iyiden iyiye kaybettiğini bildirir. Şu hâliyle bir bibliyofil için düpedüz kör olmak hayatın bittiği yerdir aslında.

Mendel zaten başından beri dış dünyaya kördür şimdi bir nevi iki kat kör olmuştur. Burada Zweig’in ikinci bir öyküsünü devreye sokmak gerekecek: Görünmeyen Koleksiyon (Die unsichtbare Sammlung, 1925). Almanya’da bir antika ve sanat tutkununun ömrü boyunca binbir meşakkatle meydana getirdiği koleksiyonun başına gelenleri anlattığı bu hikâye de tıpkı Mendel gibi kahramanın dünyaya iki türlü nasıl körleştiğinin öyküsüdür. Hikâyenin kahramanı Herwarth sayısız nadir eseri toplamış ve nihayet ihtiyarlayarak antika eserlerle ve çok kıymetli tablolarla bezeli koleksiyonuyla ömrünü tamamlamak arzusundadır. Günden güne gözünün feri söner, Almanya’nın da savaş sonrası zor yıllarında ailesi bütün bu eserleri tek tek elden çıkarır. Zavallı adam varlığıyla sürekli mutlu olduğu, ömrünü verdiği koleksiyonun artık olmadığından haberdar bile olma- yacak âmâ hâliyle ziyaretçilere olmayan koleksiyonu gezdirmeye devam edecektir.

Zweig’ın savaştan sonra ömrünün on beş senesini geçirdiği Salzburg’daki 17. yüzyıldan kalma malikânesi içerisinde geniş bir yazma koleksiyonu ile Beethoven’in yazı masası da bulunan görkemli bir kütüphanesi bulunuyordu. Burada nice yazar, düşünür ve sanatçı dostunu ağırladı. En önemli çabalarından biri de adeta müze hâline gelen malikânesinin koleksiyonunu zenginleştirmekti. Her geçen gün yeni eserler ve kitaplar katıldı bu koleksiyona. Bu bakımdan her iki hikâyenin de burada yazılması şaşırtıcı değildir.

Harmurt Müller, Zweig’a dair biyografisinde Sahaf Mendel öyküsünde Zweig’ın kendi tutkularını ortaya döktüğünü ifade eder. Çünkü Zweig toplamaktan ve sergilemekten büyük haz aldığı el yazmaları üzerinde çalışırken dünyayı unutmaktadır. Bazıları yazarın kendi hediyesi olmak üzere Nietzsche, Kleist, Schiller, Rolland, Rilke, Thomas Mann, Gorki ve Freud gibi yazarların el yazması eserlerine ve koleksiyonu dünyaca büyük üne sahipti. Yazmaları elinin altında tutmak muharrirlerin ruhunun inceliklerine ve yaratıcı karakterine intibak etme imkanı tanıyordu. Zweig’ın hayatının en velut çağını oluşturan Salzburg yılları Nasyonel Sosyalistlerin yükselişi ile sönmeye yüz tutttu. Ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve nihayet 1933’te Zweig’ın eserleri de yakılan kitaplar kervanına katıldı.

Dünün Dünyası’nda artık geri gelmeyecek Avrupa’nın yasını tutan Zweig’ın bu bedbin duruşu I. Dünya Savaşı sonrası hikâyelerine de yansır. Birçok hikâyesi savaşın dramlarına ayna tutan karakterlerinin hatıralarıyla doludur. Bu bakımdan her iki hikâye de Zweig’ın korkularını haklı çıkarır biçimde onu ömrünü verdiği kitaplarından ve koleksiyonundan mahrum bırakmıştır. Dünyaya sığamadığı o “imkansız sürgün” senelerinde eser vermeye devam etmiştir.

Zweig beklenmedik anlarda sürprizler yapmayı severek görünmeyen koleksiyon hikâyesini Goethe’nin şu sözüyle bitirir: “Koleksiyonerler mesut insanlardır.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 18.sayısında yayınlanmıştır.