İdris Mahfi

“Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar nakl u rivayet eylerler ki: Prizren’de oğlan doğsa adından akdem mahlas korlar. Vardaryanicesi’nde doğan oğlan baba diyecek vakit Farisî söyler. Priştine’de oğlan doğsa diviti belinde doğar derler. Binaenalâzâlik, Prizren şair menbaı, Yenice Farisî ocağı, Priştine kâtip yatağıdır.”

Divan şiiri deyince pek çoğumuzun aklına İstanbul’da, Osmanlı sarayı çevresinde kümelenmiş zevatın teşekkül ettiği “yüksek zümre edebiyatı” gelir. Acaba hakikat bundan mı ibaret? Ravimiz Âşık Çelebi’nin “Meşâiru’ş-şuarâ” nâm tezkiresine bakarsak, henüz on altıncı yüzyılda Rumeli’nin orta büyüklükteki üç kasabasında bile üst düzey edebiyat ve kültür ikliminin teşekkül ettiğini kolaylıka görebiliyoruz. Her ne kadar, şiirin kalbi tabii olarak Başşehir İstanbul’da atsa da, damarları Prizren’den Bağdat’a kadar taşranın her köşesini kuşatmıştır. Muhtelif şuara tezkirelerine göz gezdirince, gerek İstanbul’da, gerekse taşrada divan şiiri ile iştigal edenlerin ekserisi ulema ve üst düzey bürokratlar gibi görünse de, mühim şairler olarak adını duyurmuş esnaf ve serbest meslek erbabı zevatın da hatırı sayılır bir yer işgal ettiği dikkati çekiyor. Ayakkabıcı esnafından Edirneli Hafî, terzilikle geçimini sağlayan Merzifonlu Siyâbî, ipekçilikle iştigal eden Bursalı Harirî, mahya ustası Fennî, kumaş tüccarı Refi-i Kalayî, mürekkepçilik ve nakışlı kumaş işlemeciliğinde mahir Enverî ilk anda zikredebileceğimiz isimler. Hele ki ümmi, yani okuma yazması olmadığı hâlde pek sanatlı şiirler söyleyen ve çırakları ile demir döğerken muntazam bir âhenk yakalamak için “Sıhhat-i dil kahr ile her hizmete mu’tad olur / Âheni eşkâl-i gûnâgûna korlar nâr ile“ kabîlinden beyitler okuyup okutan demirci ustası Diyarbakırlı Hadidî’yi düşününce, divan şiirini sadece yazanların değil, okuyanların da hemen her sınıf ahali arasında mevcut bulunduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.

Hadi devr-i Osmanî’den biraz daha yakın tarihe, Cumhuriyet devrine uzanalım. Son devrin tevazusuna bianen iştihar etmemiş, geçimini memurluk yaparak kazanan gazelhanlarından Urfalı Hafız Hamid Belli’nin elimizdeki naat, kaside, mersiye, gazel gibi çeşitli edebî türlerden oluşan şiir mecmuasına bakınca, divan şiirinin meşhur isimlerinin yanı sıra hususen Urfa, Adıyaman, Antep, Diyarbakır, Elazığ gibi şehirlerde yaşamış pek çok divan şarinin şiirlerini görmekteyiz. Hafız Hamid Efendi, istinsah ettiği bazı şiirlerin kenarlarına notlar düşmüş. Bu notlardan birisi dikkati celbediyor hemen. Adıyamanlı Ref’et ve Diyarbakırlı Kadızade Edhem Efendilerin iki gazelinin kaydedildiği sayfanın hemen üstünde şöyle yazıyor: “Bu sahifede yazılı Ref’et ve Edhem Efendilerin gazelleri, Gaziantepli arkadaşım tüfekçi Abdülvahid Usta tarafından fakire hediye edilmiştir.” Yani Urfalı memur Hamid Efendi’ye, Gaziantepli tüfek ustası Abdülvahid Efendi tarafından muhtemelen başka bir mecmuadan ya da ezberden, Adıyaman ve Diyarbakırlı iki divan şairinin gazelleri okunmak üzere hediye ediliyor. Mevzuubahis gazellerin, lügat olmadan bugünkü gençlerin kolayına anlayamayacağı eserler olduğuna bakarsak, çok değil bundan 30-40 sene evvel bir tüfek ustasının, bir memurun, bir kazancının, bir yorgancının kolayca anlayıp zevkle okuduğu divan şiirinin yüksek zümre edebiyatı olduğunu iddia etmek pek de kabil olmasa gerek.

Urfalı Hamid Belli’nin defterinde “Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı / Devretmediğim meclis-i rindâne mi kaldı” matlaıyla başlayan bir gazelin kenarında yer alan şu not da pek manidar; “Bu gazel Urfalı, hayatında okuyup yazmamış olan Eskici Baba Kâni’nindir.” Musıkî’nin gazel türüne bir parça âşina olanlar bu beyti ve devamını son dönemin meşhur gazelhanlarından Kazancı Bedih’in veya Tenekeci Mahmut Güzelgöz’ün sesinden muhakkak hatırlayacaklardır.

O hâlde baştaki sualin cevabına bakalım. “Divan şiirini kim okur, kim anlar?”

Her hâlukârda bir eskici söyler, bir kazancı ustası okur, anlamayı murad eden her kesimden insan da pekâlâ anlar. 

Arka Kapak dergisi 24. sayı