Enis Batur

Edebiyat, Sanat, Kültür, Bilim, Düşünce adamının siyasal, toplumsal, ekonomik konulardan, ülke ve dünya sorunlarından uzak durması, soyutlanması gerektiğini söyleyecek değilim elbette. Buna karşılık, kendi alanındaki gelişmeleri izleyemez, değerlendiremez hale gelecek ölçüde her konuya bulaşmasının yabana atılamayacak ölçüde sakıncaları olduğunu vurgulamak isterim. Sözü dolaştırmadan ifade edeceğim için özür dilerim ama, çeyrek yüzyılı aşkın bir süre yayıncılık alanında çalıştım ve sayısız yerli, yabancı yazarla diyalog kurdum: Bizdeki kadar Edebiyat’ın genel tablosundan habersiz, geçmişin birikiminden ve şimdiki zamanın açılımlarından uzak, yaratma sorunlarına kayıtsız “edip”le hiçbir ortamda karşılaşmadım. Bir ana soru doğurdu kafamda bu genel görünüm: Yoksa edebiyatçılarımız Edebiyat’ı sevmiyor muydu?

Yargım ağır gelebilir; en doğrusu, her okurun yakın ve uzak çevresine dönerek bir sağlama yapması olur. Osmanlı Saray Musikisi üzerine en derin çalışmanın Walter Feldmann’dan, Şeker Ahmet Paşa’nın resmi üzerine en derin yorumun John Berger’dan, ser verme sır vermeme geleneği üzerine en derin araştırmanın Thierry Zarcone’dan, Tophane mezarlıkları ve mezar taşları üzerine en derin okumanın Bacqué-Grammont’dan, Türkçe üzerine en kapsamlı çalışmanın Tietze’den, Evliya Çelebi üzerine en titiz araştırmanın Dankoff’dan, listeyi kısa kesiyorum, gelmesi, sorunun bir tek Edebiyat dünyasına özgü olmadığının, Kültür dünyamızda sorgulanması gereken bir genel durgunluk yaşandığının göstergesi değil mi?

Şüphesiz her alanda birkaç istisnayla karşılaşıyoruz; ne var ki tablonun genel karanlığını ışıkla kaplamaya yetmiyor bir avuç insan. Kitap dünyasına baktığımızda, yılgı verici bir görünüm çıkıyor karşımıza. Medya, kitap evleri tek tasaya bürünmüş durumda: Çok satan kitapları daha çok nasıl satarız? “İyi ürün”ün yeri iyiden iyiye daraldı raflarda, gerçek kitapsever çoğuyla karşılaşamıyor bile. Dünün sıkı okurları yorgun düşmüş, pusulasız kalmış bir halde soruyorlar: Neden, eskiden olduğu gibi iyi şiir, iyi öykü, iyi deneme yazılmıyor?


“Kitabın, tuhafın tuhafı bir özelliği olduğunu düşünürüm: Durumundan, ilgili herkesi sorumlu tuttuğunu gösterir sessiz, suskun tavrı: Yazar, okur, yayıncı, kitapçı, kütüphaneci, matbaacı, ciltçi, tasarımcı, daha kim varsa. Ona hak etmediği biçimde davranılıyorsa bir ülkede, işin içindeki bütün uğraş dallarının temsilcileri arasında paylaştırılmalıdır suç.


Gerçekten de: Yazılmıyor mu?

Yeterince yazılmıyorsa, neden?

Yazıldığı kadarı görülüyor mu?

Asıl soru, yoksa, öteki kutupta mı: Neden, eskiden olduğu kadar bile, iyi okur yok?

Sahneyi, aşırı, neredeyse marazî bir karamsarlıkla kararttığımı düşünenler çıkacaktır. Son yıllarda mesnetsiz iyimserlerle karşılaşılıyor: Kitap sayısında, kitap satışı ölçeğinde, kitapçı ve yayınevi, yayımlanan dergi sayısında artış olduğu doğrudur. Bunu kültürel bir gelişmeye mi bağlayacağız, yoksa her boyutta gündelik yaşama döşendiğini gördüğümüz bir tüketim iştahına mı? Okunsun da ne okunursa, nasıl okunursa okunsun: Ben, sorunun bunca yalapşap biçimde ele alınmasından yana değilim açıkçası. Okumak, kişinin yaşamında oluşturduğu değer sistemiyle koşut biçimde değerlendirilmeli. Seçkinci bir tavır mı koyuyorum? Sınıfsal yüklem koymamak kaydıyla, tabiî: Okuduklarım, bana yükseklik ve derinlik kazandırdığı ölçüde seçilesi şeylerdir diye bakıyorum. Hayatı, Dünyayı, İnsanı, Doğayı, Varoluşu ve Yokoluşu anlamlandırmama, değerlendirmeme katkıda bulunmadıktan sonra neden okuyarak vakit kaybedeyim? Estetik hazdan söz etmiyorum ayrıca, sağlam okumanın özünden eksik olmaz zevk alma boyutu.

Okuma-yazma öğrenmek, biliyorsunuz, yasalarca zorunlu kılınmış durumda. Herkes iyi-kötü okumayı öğrenmek zorunda da, kimse okumayı sürdürmek zorunda değil. Gelin görün ki, eğitim çağının neredeyse bütünü zorunlu okumaya kilitler her genci. Ancak kendi seçtiğini, dilediğini, keyif aldığını okuma özgürlüğünden vazgeçilmez tad alanlar okura, gerçek okura dönüşürler.

Üniversitedeki derslerimde öğrencilerimin canını sıkardım: İlyada’yı, Tevrat’ı, Gılgamış Destanı’nı, Kur’an’ı, İlâhi Komedya’yı, Don Kişot’u, Karamazof Kardeşler’i, Parma Manastırı’nı, Çalıkuşu’nu, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı, Veba’yı, Havada Bulut’u okudunuz mu?

İyi liselerde eğitim görmüş, iyi bir üniversiteye kapak atmış, benim dersimi seçecek ölçüde meraklı o gençler, en iyi niyetle, 12 üzerinden 1’i tuttururlardı, ‘okumuş gibi yapmaya’ kalkışmayacak ölçüde temizdiler. Dîvan Edebiyatı’ndan, Halk Edebiyatı’ndan, güncel birkaç yazar dışında Türk Edebiyatı’ndan çoğu tad almamıştı. Ders kitaplarının ve müfredatın düzeyini, öğretmenlerin halini ve koşullarını, şüphesiz ‘temiz duygu’larla seçilen “Temel Eserler”in listesini gözümün önüne getiriyorum: Genç bir insanın okumaktan nefret etmesini sağlayacak yeterli birikimin hazır edildiğini kabul ediyorum, ben de olsam öyle okumaktan uzak dururdum.

Kitabın, tuhafın tuhafı bir özelliği olduğunu düşünürüm: Durumundan, ilgili herkesi sorumlu tuttuğunu gösterir sessiz, suskun tavrı: Yazar, okur, yayıncı, kitapçı, kütüphaneci, matbaacı, ciltçi, tasarımcı, daha kim varsa. Ona hak etmediği biçimde davranılıyorsa bir ülkede, işin içindeki bütün uğraş dallarının temsilcileri arasında paylaştırılmalıdır suç.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.