Ümit Yaşar Özkan

Ece Ayhan, “Sefineler ve Mektuplar” adlı iki dizelik meclisliğinde Namık Kemal’in Miskin Yunus’a ilgisizliğini iğneler: “Şinasi’nin şiirlerini ısmarlar. Miskin Yunus’un Divan’ını ne yapacak.” Tarihi bir anekdotu çoğu zaman yaptığı gibi biraz keyfi ve kendi çok şahsi tarih tezine göre yorumlayan Ece Ayhan, Tanzimat aydınının halk kültürüne duyarsızlığını Yunus Divanı üzerinden gösterir. Yine de Ece Ayhan’ın yaklaşımı tamamen isabetsiz değildir. Yunus her ne kadar Niyazi Mısrî’den İsmail Hakkı Bursevî’ye kadar uzanan bir çizgide tasavvuf ve ilim çevrelerinde, halk arasında biliniyor ve seviliyor olsa da modern Türk aydını tarafından keşfi Cumhuriyet’le başlayacaktır. Ece Ayhan’ın bu meclisliği aslında başka bir gerçeğe de işaret eder: Bütün Cumhuriyet şuarasının uzlaştığı belki de tek kanonik isim olan Yunus Emre, aynı zamanda her şairin kendi poetik aynasıdır. Yunus’a selam veren bir şair hem sağlam bir köke bağlanmakta hem de kendi poetik tavrını bağlandığı bu kökle meşru kılmaktadır. Yunus, modern şiirin şeksiz şüphesiz kabul ettiği kanonik bir figürse şairin bu figürle kurduğu ilişki onun gelenekle nasıl bir diyaloga giriştiğini ve geleneğin içinde kendini nasıl konumlandırdığını da gösterecektir. Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e onlarca şairin dilinde çoğalır Yunus’un imgesi ve her seferinde bir işaret taşı işlevi görür. Mesela Necip Fazıl, Yunus Emre şiirinde “Kaç mevsim daha bekleyim kapında” diyerek Taptuk’un kapısında sabırla bekleyen Yunus’a seslenir. Onu pir, manevi kurtuluşa götürecek bir rehber olarak görür. Derviş Yunus’u hakikate götüren çileye talip olur. Necip Fazıl’ın bu şiirinde Yunus Emre mistik bağlanışı, çileyi ve kurtuluşu temsil eden güçlü bir figürdür. Burhan Ümit’in monografisinde ya da Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından adlı kitabındaki Yunus Emre adlı mensur şiirinde de Yunus, modern özneyi içine düştüğü entelektüel krizden kurtaracak mistik bir kılavuzdur. İslamcı Necip Fazıl’ın, Sakarya Türküsü’nde Yunus, soyut bir figür olmaktan çıkar, coğrafyanın bir parçasıdır: “Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu” Nazım Hikmet içinse en başından beri Yunus, insanı ve coğrafyayı tanımlayan bir isim; Türk Köylüsü’nün portresini ve memleketin manzarasını oluşturan en önemli figürlerden biridir.

Peki, İkinci Yeni şiirinde Yunus’un imgesi nasıl ete kemiğe bürünür?

Yunus Emre, bugün konuştuğumuz Anadolu Türkçesi’nin ve şiir dilinin kurucusudur. Cemal Süreya’nın “Yunus Ki Sütdişleriyle Türkçenin” adlı şiirinin çıkış noktası bu yargıdır. Yunus’un çok iyi bilinen “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi’ dizelerindeki imgeyi alır ve folkloru şiire düşman bilen bir şair olarak dönüştürür: “Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin/ Ne güzel biçmişti gök ekinini” Bu dönüştürme başta çelişkili gibi görünür çünkü gök (yeşil) ekin biçilmez. Cemal Süreya, Karacaoğlan’dan Bayburtlu Zihni’ye Yunus’un açtığı yoldan yürüyen şairleri saydıkça ve kendi yaşadığı acıları dillendirdikçe gök ekinin nasıl güzel biçilebileceğini görürüz. Yunus Emre, insana has en derin, en dile gelmez acıların nasıl Türkçe söylenebileceğini göstermiştir. Gök ekin şiirdir. “Türkçeden bir kıl kopar, içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın…” diyen Cemal Süreya, şiiri canından sızdıran Yunus’u, kanı bir tuyuğ gibi fışkıran Kadı Burhanettin’i, kütüğü nakıştan beter olmuş nar çiçeği Karacaoğlan’ı, ezilmişin tutanakçısı Kabasakal’ı, işgal acılarından mavi bir lirizm çıkaran Bayburtlu Zihni’yi ve daha nicesini sayıp dökerek adeta Türkçeye dair görkemli ve incelikli bir tarih yazar. Şair bütün bunlarla Türkçeyi bilmiş, acısını ifade edebileceği bir imkânla donanmıştır. Yunus’un açtığı yoldan ve dilden yürüyen bütün bu şairlerle gelen giden obayı sevmiştir. Yine Yunus’un dizelerinde sırlanmıştır aslında bütün bu macera: “Sevdiğimi söylemezsem/ Sevmek derdi beni boğar” Sevgimizi, acımızı ve diğer tüm hissettiklerimizi ifade ettiğimiz dilin öncü şairidir Yunus Emre.

Süreya’nın şiirinde Yunus’un hemen ardından Aşık Paşa gelir: “Acı dirliği Aşık Paşa’nın”. İlhan Berk, Başlangıçtan Bugüne Beyit Mısra Antolojisi’nin 13. yüzyıl’la başlayan ilk bölümüne en çok Yunus’tan mısra ve beyit alır. Bunların arasında Aşık Paşa’nın dizesi göze çarpar: “Acı dirliğim isteyen” Bu mısra, İkinci Yeni’nin dışında Behçet Necatigil’in şiirinde yine Yunus’un yanı başında kendine yer bulur. (Acaba bu üç şair Sahhaf Raif Yelkenci’nin iddiasını biliyorlar mıydı: Yunus Emre aslında Aşık Paşa’dır.)

Yunus Emre, İkinci Yeni şiirinde yaşantının içinden kavranır. Onun menkıbesi ve şiiri, hayatın diğer ayrıntıları gibi şimdi ve buradadır. Cemal Süreya, Hükümet adlı şiirinde Yunus Emre’yi Pir Sultan ve Karacaoğlan ile birlikte bugün aramızda yaşayan hükümetin basın kartı vermediği bir şair olarak sahiplenir.

İlhan Berk, daha sonra Uzun Bir Adam adlı otobiyografisine de alacağı Seviyorum Gövdemi şiirinde “Sana rahmet nereden yağar?” diye sorar. Yunus Emre’nin “Bana rahmet yerden yağar” dizesinin İlhan Berk’in duyusal evreninde ters yüz edilişidir bu. İkinci Yeni’nin müjdecilerinden Sait Faik, Şimdi Sevişme Vakti adındaki şiirinde İlhan Berk’i önceleyen duyusal bir dünyanın içinde hatırlar Yunus’u. Dizginsiz bir yaşama iştahının dile getirilişi olan bu şiirin sonunda Sait Faik’in, yaşarken hayran olduğu boyacı çocuğun oğlunun kendisi öldükten sonra mezarında ona Karacaoğlan’dan, Orhan Veli’den ve “Yunus”tan şiirler okumasını istemesi dikkat çekicidir. Sezai Karakoç’un hiçbir sensüel tavır taşımadığını söylediği Yunus’un şiiri, en sensüel şairlerin dilinde ve dünyasında bir şekilde kendine karşılık bulmaktadır. Yunus’un yüzyıllar ötesinden gelen sesi o kadar güçlüdür ki bugünün modern şairi bu sese kayıtsız kalamamaktadır.

Sezai Karakoç’un “Çocukluğum” şiirinde de “Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus” dizesinde Yunus özlemle hatırlanan çocukluğun bir parçasıdır tıpkı Hazreti Ali cenkleri gibi. Karakoç, Yunus Emre monografisinde de aslında kendi şiirinin ve düşüncesinin ipuçlarını verir. Kendi şiirini, “aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi var olmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış mutlakı zaptetmek” olarak tarif eden Karakoç, Anadolu’daki büyük yıkımdan sonraki absürdü çözmeye ve aşmaya çalışan Yunus’u anlatır. Onu varoluşçularla kıyaslar. Erik dalına çıkıp ceviz yediği şathiyesini öncü bir sürrealist şiir olarak niteler.

Ece Ayhan ise Yunus’un Yort Savul’una takla attırır. Yunus’un “koş, çekil” anlamına gelen bu ifadesini içeren beytinde mutasavvıfların çok sevdikleri “kenzi mahfi (gizli hazine)”ye dayanan vahdeti vücut anlayışı ve diyalektiği vardır: “Kul padişahsız olmaz, padişah kulsuz değil,/ Padişahı kim bildi, kul etmese yort savul.” Geleneğin içinden dosdoğru bir hat çektiğimiz zaman Yunus’un beytinden varacağımız yer Aşık Veysel’in “Güzelliğin on par’etmez/Şu bendeki aşk olmasa” dizeleridir. Ece Ayhan, toplumcu gerçekçi sosyalist şairlerin yaptığı gibi politik bildirisini devşirmek için başkaldırısını doğrudan dile getiren Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu gibi şairlere gitmez. Ece Ayhan, “O pırıl pırıl güneşli Türkmen kocası “bizim Yunus’un Divan’ını okurken suyu iyi verilmiş ve dökülmüş bir şiire rastladım.” der. Türkçenin en avangart şairi, gelenekle girdiği “başıbozuk” diyalogtan sipsivil bir Yunus çıkartır. Yunus’un şiirinde padişahın adamları, kullara yani halka yort savul, koş çekil diye bağırmaktadırlar ki Anadolu’da böyle bir adet vardır. Ece Ayhan’ın “yort savul”u ise iktidara yönelmiştir.

Sezai Karakoç ve Ece Ayhan’ın Yunus yorumları çapraz bir okumaya kışkırtır okuru. Karakoç, Yunus Emre monografisinde Mevlana’nın mistik diyalektiğinden bahseder. Bu öyle bir diyalektiktir ki erken keşfedilse belki de materyalist diyalektiğin önünü kesebilecektir. Ece Ayhan ise Yunus’ta bambaşka bir diyalektik imkân görür. Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” yazısını hatırlatırcasına Turgut Uyar, bir söyleşide köksüz bir folklor snobizminden bahseder. Yunus Emre’yi bir klasik olarak gören Uyar, Yunus Emre’nin halk mistiğini ulusal bir kişiliğine eriştirdiğini de ifade edecektir.

“Cümle şair dost bahçesi bülbülü”

İkinci Yeni’nin bu teklifsiz serbest diyalogu modern Türk şiirinin içinde açılır ve genişler. Enis Batur’un “Yunus” adlı şiirindeki, “Bir ben var bende, şimdi senden/ içeri” ünlemi bu diyalogu kuşatan bir mecaz olarak okunabilir. Issız bir adaya gittiğinde yanına alacağı üç kitaptan birinin Yunus Emre Divanı olacağını söyleyen Enis Batur, diğer iki kitapla beraber Yunus Emre Divanını alma gerekçesini de şöyle açıklar: “Üçü de kat kat derinlik ve yükseklik kuran tabakalardan oluşuyor, gizlerine olabildiğince ulaşmak yıllar gerektirir, her biri sayısız açılım noktası barındırdığı için bir dize ya da cümle günler, haftalar boyu oyalayabilir yapayalnız kalmış bir adamın zihnini.”

Salah Birsel’in “Yunus Emre” şiiri nasıl bitiyordu: “Bu ne kadar çok Nemrut/Ne kadar az Yunus Emre” Sahiden o kadar az mı Yunus Emre’miz?

Arka Kapak dergisi 29. sayı