Kaan Murat Yanık

2017 Nobel Edebiyat Ödülü’ne Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro lâyık görüldü. Bu seçim, geçen yıl yaşanan Bon Dylan faciasının ardından tüm edebiyat çevrelerinde memnuniyetle karşılandı. Zira Kazuo Ishiguro edebiyatseverlerin üstünde ittifak ettikleri son yüzyılın en büyük yazarlarından.

Belki de hiçbirimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ve yeterli zamanımız kalıp kalmadığını hissedemiyoruz.

1954 yılında Japonya’da doğan Ishiguro, beş yaşında ailesi ile birlikte İngiltere’nin Guildford isimli kasabasına göç etmek zorunda kalmış. Çocukluk yılları ona birçok yönüyle yabancı fakat sessizliğiyle benzeyen bu kasabada geçmiş. Ishiguro, Japonya’yla alâkalı her şeyi, uzun yıllar Çin’in Şangay şehrinde kalan babasından ziyade kendisinin tabiri ile tam bir Japon hanımefendisi olan annesi aracılığıyla özümsemeye çalışmış. Annesinden Tokyo, Yokohama, Kyoto gibi şehirlerinden kültürel olarak farklı olan Nagazaki hakkında bilhassa savaş yıllarında yaşanan kaos hakkında epeyce trajik hikaye dinlemiş. Şüphesiz bu kesitlerden en ilginç olanı; Nagazaki’de kıyameti koparan atom bombalarının yarattığı felaket esnasında annesinin omzunu yaralayan bir demir parçası… Bu demir parçasının peydahladığı iz, yazarın Uzak Tepeler ve Günden Kalanlar isimli eserlerinde birçok cümlenin altını çizerek varlığını daima hatırlatıyor.

Ishiguro, lise ve üniversite yıllarında pek başarılı olamasa da müzikle uğraşmış. Küçük işlerde çalışarak kazandığı parayı dönemin İngiltere’sini kasıp kavuran müzik gruplarının plaklarına ve kitaplara yatırmış. Bu yıllarda Jane Austen ve Dostoyevski ile beslenmiş. Üniversitenin ardından Londra’nın varoşlarında yaşamış, garsonluk ve aşçılık yapmış. Bu esnada giriştiği müzik çalışmalarında defalarca hayal kırıklığına uğramış. Ne ki bestelediği şarkılara söz yazarken içindeki kurmaca yeteneğini fark etmiş ve arkadaşlarının da cesaretlendirmesiyle yarım saatlik bir radyo oyunu yazıp BBC’ye göndermiş. BBC, dosyayı reddetse de Ishiguro’yu yazma konusunda yüreklendirecek bir cevap yollamış. BBC’nin yazarın hayatındaki yeri bununla da sınırlı kalmamış. Geçen ay kazandığı Nobel’den onu ilk haberdar eden yine BBC olmuş. Yani yıllar evvel onu yazmaya teşvik eden kurum, ödülü müjdeleyen müessese olmuş. Nitekim Ishiguro, BBC onu arayıp kutlayana dek, ödülü aldığından habersizmiş.

Ishiguro’nun profesyonel yazma serüveni, radyo oyunu mevzusundan kısa bir süre sonra başlamış. Birgün yorgun argın halde işten çıkıp evinin yolunu tutarken kırmızı duvarlarda East Anglia Enstitüsü’nde verilen yaratıcı yazarlık eğitiminin ilanını görmüş ve zaman kaybetmeden bu okula kaydını yaptırarak edebiyat dünyasının dipsiz kuyusuna yuvarlanmış. Bu eğitimin sonunda 1982 yılında kaleme aldığı Uzak Tepeler romanı ile Winifred Holtby Memorial Ödülü’nün sahibi olmuş. Sonraki yıllarda ise 1986 yılında Değişen Dünyada Bir Sanatçı isimli eseriyle Whitbread Book of the Years Ödülü’nü, 1989’da Günden Kalanlar’ile Man Booker Ödülü’nü almış. Gömülü Dev romanı yılın en büyük edebiyat olayı olarak kabul edilmiş ve başta İngiliz eleştirmenlerce büyük övgülere mazhar olmuş.

Ödül toplayıcısı yazarın sanat anlayışı deyince zikredilmesi gereken ilk beş tabir; sadelik, sessizlik, karamsarlık, hafıza ve bilgelik diyebiliriz. Onun eserlerinin tekmilinde bu mefhumlar, alt ve üst kurmaca içinde dallanıp budaklanarak metinlerin her hücresine sızıyor. Ishiguro modern zamanı ise tüm bunları karın zarında saklayan sonsuz bir kâbus hüviyetinde telakki ediyor. Her ne kadar neo- realist bir çerçeve ve akışkan- berrak bir dil kanalını tercih etse de ayrıntılara zerk ettiği pesimist hava, çözümlediği koyu ifadeler ve çöküşün anatomisini didiklediği kurmaca dilimleri, eserlerinin gerçekçi suretlerini başka bir boyutta algılatıyor. Elbette derin ama yalın karakterlerin bu görünüşün hızını yavaşlatmadaki paylarını da atlamamak gerekir.

Belleğin güvenilmez bir şey olabileceğini anlıyorum; çoğunlukla insan hangi koşullarda anımsıyorsa bellek onların rengini büyük oranda taşıyor, burada bir araya getirdiğim anılarım için de geçerli bu kuşkusuz. Örneğin o öğleden sonra yaşadığım şeyin bir önsezi olduğuna, o gün kafamdaki o tatsız imgenin, böyle uzun ve boş saatlerde insanın kafasından geçen sayısız düşlerden tam anlamıyla farklı-çok daha yoğun ve canlı- bir şey olduğuna kendimi inandırmanın bana çekici geldiğini anlıyorum.

Ishiguro’nun takip ettiği izlekler, kimi eleştirmenlerce Jane Austen’in modern hali olarak yorumlansa da onu herhangi bir yazara genetik olarak benzetmek güç. Ishiguro en başta kendisinin sonra da başkalarının kâbuslarını ateşli bir bilinçle şerh edip bu tefsirden anladıklarını ya da anlayamadıklarını bellek taşlarına dönüştürmek suretiyle geçmiş ile bugünün arasına gerdiği ipte ustalıkla teşhir etmeyi biliyor. Aynı zamanda inşa ettiği düşsel dünyanın dekorunu iç sesinden devşirdiği kelimelerle örerek uzakların ardındaki bilinmeyeni gizemli bir şekilde terennüm ediyor.

Ishiguro’nun eserlerinde göze çarpan kabarcıklardan biri de sistemin özgün olan insana karşı uyguladığı kastrasyon meselesi! Sanayi inkılabı ve sömürgeciliğin var olduğu günden bu yana çarklar marifetiyle tektipleştirilmeye sonra da klonlanmaya çalışılarak biat kültürünün bir neferi edilmeye çalışılan insanların uğradığı kollektif linci, duygu ve zihin kırımını sarsıcı bir şekilde anlatıyor. Şiddet ritüellerini, felsefi sorgulamalarla analiz ediyor. Bu sorgulamalar, yazarın okura kendi değer yargılarını dayatarak bunları idealize etmesi gibi değil elbette. Zira didaktizm meselesi de Ishiguro’nun reddiyelerle karşısında durduğu bir akım. Ishiguro’nun sorgulamalarını düşünsel bir süreci tetkik maksadı olarak tanımlamak yanlış olmaz.

Tüm bunlarla birlikte Ishiguro, tarif ve tasvir ettiği her kavramın; binanın, eşyanın, insanın zaman yanılsamaları içindeki dönüşümlerini teferruatlarıyla kalın mercekler altına alırken ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu da gösteriyor. Bu nazariyeleri soğukkanlı bir İngiliz yazar edasıyla yapıyor, kabul. Fakat konu, Japonya’ya, savaşa, intihara ve göçmenlik olgularına gelince Ishiguro, gelenekselci Japonlar; Kavabata, Soseki, Mişima kadar olmasa da Japonca reflekslerini ve insiyaklarını saklama gereği duymuyor. Azınlık psikolojisine değindiği noktalar da bu yansılardan azade değil; yabancılaşma ve kültür çatışmaları gibi!

Ishiguro, insan ruhundaki birbirine zıt yönde hareket eden hisleri beklenmedik hamlelerle birbirlerine bileyletip, birbirleriyle çarpıştırmayı ve bu çarpışmadan açığa çıkan reaksiyonu karakterlere pay ederek romanda var etmeyi seviyor. Güncel hadiseler yerine onun hikâyeleri soyut, uzakları vaaz eden bulanık metinler. Şuurun çıkmaz sokakları, başkalarının hafızaları, boşluğun tanımı, kolektif travmalar, genetik kodların analizi ve intihara meyil, Ishiguro okurlarının alışık oldukları meseleler… Aşkı, kötülüğü, ahlakı, ölümü, ruhun çatlaklarını, sanatı ve benliğin sancılarını yekpare bir kâbus hatta bazen bilim kurgunun sınırlarını ihlal etmeyi göze alarak, uçsuz bucaksız kuyruklarıyla anlatıyor yazar.

Kazuo Ishiguro, teknik anlamda hikâyeyi somut ve düz parçalara ayırmak yerine gerilim yüklü psikolojik kürelere sıkıştırmayı yeğliyor. Büyük görüntüleri ise mikro şemalar içinde zaman zaman minyatürize ederek anlatıyor. Bu kaotik gibi duran görüntüye rağmen onun metinlerini kullandığı pürüzsüz dil marifetiyle okumak, takip etmek zor değil. Okurun belleğine diktiği her mefhum fidanı, zamanı ağır ağır kırarak serpiliyor. Elbette her fidan boy attıkça karabasanlara dönüşüyor.

Ishiguro karakterlerinin çoğunu, sinir uçlarından dokuyor. Bu karakterler deneysel, gerçekle tüm bağlarını yitirmiş gibi görünseler de aniden karşımıza derin bir hakikatin savunucusu veyahut itirafçısı olarak çıkıp her şeyi ters yüz edebiliyorlar.

Beni daha da utandıran bir şey vardı. Bu sefer sanki bir bebekmiş gibi bir yastığı göğsüme bastırıyordum. Yavaş yavaş dans ediyordum, gözlerim kapalıydı, duyduğum dizeleri ben de söylüyordum:

-Ah bebeğim, bebeğim, beni asla bırakma 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 26.sayısında yayınlanmıştır.