Giray Kemer

Eskiden de böyleydi. Okul zamanı yeni çocukları, ya da başka fraksiyonlardan küskünleri örgütlemeye çalışırdık. Bazen öyle bir soru sorarlardı ya da tartışma bazen öyle bir yerde tıkanırdı ki, ancak kıvırmak, şakaya vurmak, bir dahaki görüşmeye daha tedarikli gelmek üzere bir bahane bulup derhal oradan uzaklaşmak zorunda kalırdık.

Sonra eve gider bir bakardık ki Lenin,“Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında tam olarak bize sorulan soruya geniş geniş cevap vermiş. İşte, derdik. Bilgi eksiğimiz var. Daha çok okuma yapmak lazım.

Loic Wacquant Hoca da aşağı yukarı bu hissi veriyor. Off, diyorsun. İşte! Ben de tam onu demek istemiştim. Mesela, kendince bilmişlik yapmaya çalışan biri ağzını eğe eğe “boks ne alaka ya!” dediğinde, ya da daha aklı başında biri usturuplu bir şekilde “edebiyatla boksu hangi noktada bağdaştırıyorsunuz” diye sorduğunda, şu kitabı zamanında okumuş olsaydım da “çünkü boks yaparken kendini korursun.” Diye yapıştırabilseydim cevabı. Ve ekleseydim; “Dışarıdan, kendinden… Artık adil olmadığını düşünemeyecek kadar alıştığın, usandığın bir hayatı anlık bir paranteze alırsın.”

Her şeyden önce boksla ilgili yazmak çok cezbedici. Çünkü boksun gündeliği bile bir öykü. Yani ekstra bir şey anlatman gerekmiyor. Olanı biteni kodlamak yetiyor. Sana sadece arzuhalcilik kalıyor.

Hoca da böyle düşünmüş olmalı ki, tezinin alan araştırmasını Chicago’nun belalı arka sokaklarında, çetelerin, uyuşturucu satıcılarının cirit attığı muhitlerden birindeki köhne bir salonda yapmaya karar vermiş. Ve boksun kitaplarda değil salonda öğrenileceğini fark edip DeeDee’nin salonuna yazılmış. Kim bilir belki durumu fazlaca entelektüelize etmekten, ilgisinin salt “Akademik Merak” olarak algılanmasından korkarak belki de mecburen antrenmanlara başlamış. Sonrasındaysa neredeyse profesyonel maçlara çıkabilecek kadar iyi kıvırmış bu işi.

Kitap tüm bu süreci anlatan bir sosyoloji araştırması gibi başlıyor ve bencileyin tembeller için bir an korku uyandıran, kitaba tutunmayı zorlaştıran, “Thomas Hobes’un doğa durumunu tanımlarken sözünü ettiği “fena, kaba ve kısa” varlık” vs. gibi oldukça akademik ifadeler ya da, “Nihayet boks salonu bedensel rutin, macera,erkeklik onuru ve saygınlığın birbirine dolandığı hususi bir duyusak ve duygusal evrene köprü oluşturması bakımından bir gündelik hayatın sıradanlıktan çıkması vektörüdür” gibi tumturaklı tanımlar barındırıyor.

Ancak boks sevgisinin zaman ve mekândan azadeliği, hala aktif dövüşen Tyson göndermeleri, ara sıra adı geçen Sugar Ray, adını bile duymanın yettiği Ali, her zaman ilham veren ve Chicago deyince ister istemez akla gelen majesteleri Jordan isimlerinin geçmesiyle çabucak kitapla bir bağ kurulabiliyor. Sonrası ise tam bir şölen. Bazen kahkaha, bazen hüzün, bolca boks anısı, şaşkınlık ve hayranlık!

Dünya garip diyor insan bu kitabı okurken. Demek ki sevgi her yerde aynı süreçlerden geçiyor.

Hemingway, ya da ne bileyim efsane Joe Louis – Max Schmeling maçı, bende bugün ne his uyandırıyorsa 1980lerde Amerikalı bir sosyoloji hocası için de aynı hissi uyandırıyor. Boksu sevmek, Rıhtımlar Üzerinde(On The Waterfront) filminde Marlon Brando “birisi olabilirdim” dediğinde ağlamaktan kendini alamamayı gerektiriyor demek ki diyor insan. Kaç yaşında olursan ol, işin, kariyerin, fiziksel dezavantajların, sağlık sorunların ne olursa olsun bu sporu seviyorsan boks; bir şekilde içinde kalmayı, en azından denemeyi gerektiriyor. Çünkü bu barbarlığımızın, karanlık yanımızın izin verilen son aynası olduğu kadar saflığımızın da son kalesi. Rakip sadece karşında. Şartlar eşit. Sadece üzerine anlaşılmış şekillerde savaşıyorsun. Kazanmak mutlak hak ediş. Kaybetmekse mutlak saygı. Bahanen yok. Zaten bu sporla hemhal olanın bahaneye ihtiyacı da yok.

Hocadan bir alıntıyla özetlersek; “Evet boks şiddettir. Öngörülemeyen, maruz kalınan ve korkulan şiddet değil, kontrollü, razı, planlı, iradi ve içsel, bir şekilde ehlileştirilmiş bir şiddettir. ” Ve bu tarz bir şiddet, her şekilde dünyanın geri kalanının barındırdığı şiddete yeğdir.

Kitapla ilgili en hâkim his tanıdıklık. Boksun kenarından köşesinden geçmiş herkes, anlatılanlarda mutlaka kendinden bir şeyler bulabiliyor. Ruh ve Beden’in alamet-i farikası da bu sanırım.

Çünkü sol kroşe ve sağ direk karı koca gibidir dendiğinde Amerika’da 1980lerde de Ankara’da 2000lerde de gülersin.

Çünkü orada da burada da salondaki hiyerarşi aşağı yukarı aynıdır. Orada da burada da “içeri girerken gardını indirme!” diye uyaran tecrübeliler vardır. Orda da burada da antrenman maçlarında aklınca artistlik(!) yapmaya çalışanlara çaktırmadan haddini bildirme teamülü vardır.

Çünkü bu spor medeniyete ve teknolojiye direniyor. Sonuçta birbirinin gözünün içine bakıp dövüşen iki adamdan bahsediyoruz… Birinin karşısına çıkmak her şeyden önce yürek ister. Sonrası ise “iç organlarla yapılan bir satranç” karşılaşmasıdır.

Bedensel gelişim imkânları hayli ilerlese, artık boksörler eskiye oranla çok daha mükemmel atletler olsalar da yine anlıyoruz ki boksörü şampiyon yapan ruh her zaman ve her yerde aynı. Belirleyici olan da hep o olacak. Her zaman ring dövüşçünün meydan okuma arenası; salon ise onların kalıba döküldüğü yer olarak kalacak. Diyetler, koşular, ipler, ağırlıklar ve bin ses arasından ayırt edilen senfoni hiç değişmeyecek. Boksörlerin hızlı solumaları, eldivenlerin ağır torbalara çarpması, zincirlerin şakırtısı, atlama ipinin dörtnala ritmi, hız torbasının benzersiz “ra-ta-ta-ta-ta” ları sonsuza kadar -ve iyi ki- dünyanın her yerindeki boksörlerin ruhlarını kardeş kılmaya devam edecek.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Ruh ve Beden: Acemi Bir Boksörün Defterleri  – Loic Wacquant
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi