Selçuk Karakılıç

Orhan Okay, mektubun bir edebî tür sayılabilmesi için “dil, üslûp, kompozisyon ve belirli bir nispette kurmaca özellikleri taşıması gerektiği”nden bahseder. Avrupalıların 16. yüzyıldan itibaren siyaset ve sanat adamlarının özel mektuplarını derleyerek yayımlamaya başladıkları bilinmekle birlikte, mektubu edebî tür olarak 18. yüzyıldan beri kabul etmiş olduklarını görüyoruz. Oysa biz “mektubu” henüz edebî tür olarak görmediğimiz gibi, aydın çevrelerinin özel mektuplarını yayımlamaya yenice başladığımızı söyleyebilirim.

19. yüzyıldan günümüze kadar Türk aydınlarının yazdığı günlüklerin, mektupların ve hatıraların dikkat çekici belgeler olduğu aşikârdır. Üstelik bu “belgeler” edebî üslup kaygısıyla yazılmış ise değeri katbekat artıyor. Ancak son dönemde özellikle edebiyatçıların yazdıkları mektupların yayınında ilgi çekici bir artışın olduğu gözlemleniyor.


Gurbetname
Süheyl Ünver – Uğur Derman Mektuplaşmaları
Kubbealtı Neşriyat Yayınları

Bilge Sanatkâr ve Yaralı Bilinç

Süheyl Ünver, “Herkesin bir mesleği, bir de meşgalesi olmalı. O meşgale bütün kültürümüzdür,” diyerek inanılmaz bir çalışkanlıkla –kültürel şizofreniye tutulanlara inat– Türk kültürünün kayıp hazinelerinin peşine düşmüş bir entelektüeldi. Gördüğü, duyduğu, kütüphanelerin tozlu raflarında unutulmuş yazmalarda bulduğu her bilgiyi kaydederek ölümsüzleştiren bilge bir sanatkâr ve arşiv uzmanı olan Süheyl Ünver, Türk kültür havzasının en büyük “yazıcı”larından biriydi kuşkusuz.

Sanat tarihçisi ve arşiv uzmanı olan Ünver’in asıl mesleği tıp doktorluğuydu, ancak tıp tarihçisi, şair, yazar, etnograf, ressam, nakkaş ve müzehhip olarak da büyük hizmetlerde bulunmuştu. Güzel Sanatlar Akademisi, Topkapı Sarayı Nakışhanesi, Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı ve Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde yüzlerce kişiye ders veren Süheyl Ünver, kültürel devamlılığın sağlayıcılarındandı.

Gördüklerini kaydetmekte olağanüstü bir yeteneğe ve azme sahip olan bilge sanatkâr küçük suluboya takımını yanından hiç eksik etmez, gittiği her şehirde, her semtte tarihî eserlerin suluboya resimlerini yaparak ölümsüzleştirmeyi başarırdı.

Hiç kuşkusuz Süheyl Ünver, köklü bir mirasa sahip olduğunun bilincinde, modernitenin şaşırtıcı atakları karşısında bozguna uğramamıştı, yani yaralı bir bilince sahip değildi. Anakronizm kaygısı taşımadığı gibi kendi kültürel değerlerine de yabancılaşmamıştı.

Süheyl Ünver’in Amerika Mektupları

1958-1959 yılları arasında hükümet bursuyla bir yıllığına Amerika’ya giden Süheyl Ünver’in kendi kültür kodlarına nasıl canhıraş sarıldığını ve bu kültürü “muhafaza” ettiğini Uğur Derman’a gönderdiği nefis mektuplarından anlıyoruz. Amerika’daki müze ve kütüphanelerde bizim tezyinat, yazı çeşitlerini görüp onları kayda geçirmeye, hatta Amerika Defterleri hazırlamaya çalışan Süheyl Ünver’in Türkiye’deki gelişmelerden de anbean haberdar edildiği görülüyor. Öğrencisi Uğur Derman’ın bir mektubundaki “biz kim olduğumuzu müzelerden öğrenecek hale gelmişiz” serzenişi, sanıyorum hocası Süheyl Ünver’in de içini sızlatmıştır. Yine de Derman, o kadar çok merak etmiştir ki, dayanamayıp, “Şu canım Amerika Defterleri’ni sefaret kuryeleri ile göndermek lütfunda bulunsanız, biz de sizinle beraber geziyor gibi olmaz mıyız?” demekten kendini alamayacaktır.

Amerika’daki kültür varlıklarımızın tespiti için Türkiye’den, ailesinden ve dost çevresinden bir yıl boyunca ayrı kalan Süheyl Ünver’e gurbette bu yalnızlığını öğrencisi Uğur Derman unutturmaya çalışır. Derman’ın o yaşta bir gençten beklenmeyecek tarzda mektuplar göndermesi ve Süheyl Ünver’in bu mektuplara olağanüstü ilgi göstermesi başlı başına incelenmeye değer bir husus.

Adnan Menderes hükümetinin 1955’ten sonra İstanbul’un imar ve istimlak planlarını değiştirmeye başlaması, binlerce yıllık kudretini dört bir yanında sergileyen şehre en büyük zararı vermişti. Henüz 25 yaşında olan Uğur Derman’ın hocası Süheyl Ünver’e yazdığı şu satırlar hayret verici bir bilgi ve ilginin tezahürüdür:

“Ayasofya ve Sultan Ahmed Camilerinin minareleri tamir ediliyor. Beyazıd Camii ile Kapalı Çarşı arasındaki eski sıbyan mektebi, kütüphane restore ediliyor. Süleymaniye’nin restorasyonu hâlâ devam ediyor. Eyüp Sultan hazretlerini de ziyaret etmek istersiniz. Peki, toz toprak içindeki delik deşik Saraçhane’den geçelim, çünkü yolun seviyesini altmış santim indiriyorlar. Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi’nin restorasyonu bitmek üzere. Fatih’e doğru giden yolu, bıraktığınız gibi bulacaksınız. Ama yakında orası da Aksaray yolu gibi yapılacak. Benim en fazla yandığım o güzelim ağaçlar…

Eyüp Sultan’da tamirat hâlâ devam ediyor. Caminin restorasyonu bitti. Ramazan’da ibadete açıldı. Mâlum-ı ihsanınız, şimdi bizde tarihî abidelerin onarılmasında bir moda var. Küfeki taşlarını beyazlatmak için kazıyorlar. Abidelerimiz o siyahlığı ile antika değil midir? Şimdi Eyüp’ten Nuriosmani’ye Camii’ne gidelim. İki sene evvel beyazlatılan bu narin cami, harici tesirlerle yine eski rengini aldı. Peki bu kadar emek nereye gitti? Bu beyazlatma ameliyesini yazılar üstünde yaptılar mı felâket oluyor. Hele talîkte… Milimetrenin dahi rol oynadığı kalınlıktan cahil taşçı bir şey anlamıyor. Vuruyor çekici… Avdette inşallah bu mevzuu halledersiniz değil mi efendim? Nusretiye’den ilerlersek birkaç ay evvel ibadete açılan Fındıklı’daki Hızır Bey Camii’ni biraz ilerisinde Kabataş’ta set üstünde bulunan çeşmeyi, deniz kenarında naklettikleri yerde göreceğiz.”

Uğur Derman’ın bu yazdıklarına karşılık son derece iyimser olan Süheyl Ünver’in 19 ağustos 1959 tarihli mektubundaki şu cümleler, onun hayata bakışındaki tecrübî bilgisini gösteriyor:

“Havaî elektrik hattını birlikte görelim. O zaman görüşürüz. Mademki olacak, iyidir diye gözlerimizi alıştıralım. Dünya bu yola dökülmüş, çare yok. Sen de Boğaz’ı tasavvur eder ve zihninde tasarlarken köprüsünü düşünüyorsun. Deniz altından tünel mi, yoksa köprü mü olsun? Onun hakkındaki mütalaam da şifahi. Biz bir gün Yahya Kemal ile İbrahim Paşa Sarayı’nı dolaşıyorduk. Ben ecdâd eserlerine bu bakımsızlıktan şikâyet eder oldum. Dedi ki aynen: ‘Doktor, üzülme. Ben de mütareke devrinde bir yıkık duvarı kaldırdılar diye kederimden günlerce hasta yattım, ağladım. Şimdi Süleymaniye’yi yıksalar umurumda olmaz. Bak daha beş yüz sene olmadı. (O zaman olmamıştı.) Bizans Sarayı nasıldı diye temellerini kazıp mânâ çıkarmağa uğraşıyorlar. Beş yüz sene sonra da Süleymaniye acaba nasıldı diye temellerinden hüküm vermeye çalışacaklar. Sen ve ben göreceğimiz ve gördüklerimizle kalacağız’.”

“Bizim siyasetimiz ruhumuzu yükseltmek olmalı ve onun meyvelerini de ahfada yazılı bırakmalıyız,” diye mektubunu tamamlayan Süheyl Ünver, resimleriyle, yazılarıyla ve mektuplarıyla gelecek on yıllara kayıtlı eserler bırakmış büyük bir sanatkâr. Süheyl Ünver’in gurbet, yani Amerika mektupları, kültürel şizofreniye yakalanmamış aydınlar için adeta birer fener alayı.

Gurbetname (Süheyl Ünver-Uğur Derman Mektuplaşmaları) adını taşıyan küçük ama hacmi büyük bu kitabın mazrufu ne kadar zenginse zarfı da o kadar seçkin. Ersu Pekin’in sanatkâr elinden çıkan özenli tasarımı dikkat çekiyor. Mektup ve zarfların orijinalleri, dönemin İstanbul’unu konu edinen kartpostallar ve zengin görseller, çeşitli hat koleksiyonlarından örnekler, Amerika’daki Türk kültür varlıklarının bazı numuneleri Gurbetname’ye estetik bir değer katıyor.

Kitabın bir diğer ilgi çeken yanı ise, sonundaki “Ekler” bölümünde saklı. Bu bölümdeki yazılar, büyük hukuk adamı Ali Fuat Başgil ile usta gazeteci Refi Cevat Ulunay’a ait. Mektuplarda bahsi geçen Başgil ve Ulunay’ın bu yazıları hiç kuşkusuz dönemin aydınlarının ne kadar orijinal bir kafaya ve entelektüel zekâya sahip olduklarını gösteriyor. O dönemin aydınlarının birbirleriyle ne denli iç içe oldukları ve birbirlerini besledikleri de anlaşılıyor. Hukuk adamı Ali Fuat Başgil’in entelektüel dinî bilgisi ve gazeteci Refi Cevat Ulunay’ın yüksek kültürü karşısında bugünün aydınına söyleyecek sözümüz kalmıyor. Ulunay’ın Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye tarafındaki kapısının üzerinde yer alan Hattat Sami Efendi’nin yazdığı kitabenin başına gelenleri gazetedeki sütununda günlerce yazması, anlayabileceğimiz işlerden değildir. Ekler bölümündeki yazılar, hiç kuşkusuz aydınlarımızı yeniden düşünmeye davet ediyor. 

Arka Kapak dergisi 34. sayı