Merin Sever

Hannah Arendt’in başyapıtı olarak görülen eseri Totalitarizmin Kaynakları’nın ilk iki cildi Antisemitizm ve Emperyalizm, daha önce İletişim Yayınları tarafında yayımlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde ise, bu eserin en özgün katkılarını içeren kısmı olarak anmamızın yanlış olmayacağı son cildi Totalitarizm okurlara sunuldu ve eser böylece tamamlandı. Hannah Arendt’in “totalitarizm” kavramını dağarcığımıza katan bu çalışması, temel olarak Almanya ve Sovyetler’deki Nazizm ve Stalinizmi mercek altına alıyor, yaşananları yalnız liderlerin etkisiyle açıklama kolaycılığına girmeden, bu dönemlerin tipik bir diktatörlükten neden daha farklı ve çok daha tehlikeli olduğunu sorgulayarak anlatıyor. Günümüzde “totaliter yönetim, otoriter yönetim, diktatörlük” gibi kavramların fütursuzca ve neredeyse birbirleriyle eşanlamlı kullanıldığı düşünülürse, Arendt’in bu değerlendirmesini okumak daha da önem kazanıyor.

Arendt’in üstünde ısrarla durduğu gibi, totalitarizm tiranlık, diktatörlük ve otoriter yönetimlerden çok farklı bir modeldir. Özgürlüklerin kısıtlanmaya başlandığı herhangi bir anda otomatikman “totalitarizm”den bahsedilemez, totalitarizmin nev-i şahsına münhasır bazı özellikleri vardır. Öncelikle totalitarizm bir “insan doğası” kurgular ve insanları bu kurguya adapte eder, edemediğini de yok etmeye çalışır. Bu, otoriter yönetimlerde sıkça görülen “muhaliflerin susturulması” mefhumuna indirgenemez, çünkü totalitarizm kendi insan doğası tahayyülüne uymayan kişilerin muhalif olup olmadığına, kendisi aleyhinde söz söyleyip söylemediğine bile bakmaz. Otoriter yönetimlerde “sesi çıkmayan sıradan vatandaş” iktidarın gazabına uğramama şansına sahipken, totaliter bir yönetimde istenilen “doğa”ya uygun olmayan herhangi bir özelliğe sahip herkes bertaraf edilme riskiyle karşı karşıyadır. Bir “insan doğası” kurgulayan totalitarizm, kendi Hakikat’ine uymayan herkesi “eler”, bunu da ne ahlakî ne de pratik açıdan bir sorun olarak görür.

Totalitarizmin neden tarihin önceki safhalarında değil de, belli bir dönemde ortaya çıktığı sorusu üzerine eğilen Arendt, emperyalizm ve antisemitizmin totaliter bir topluma zemin hazırladığını belirtir. Aslında Platon’un Devlet’i yazmasından beridir, özgür eylemin sonuçlarından korkan, bu sebeple tahmin edilemezliğin, spontane eylemin önüne geçmek isteyen, eylemlerin ve hatta insanların “tahmin edilebilir, tutarlı, izleği önceden belirlenmiş ve bu sınırların dışına taşmayan” bir hale getirilmesine çalışan bir düşünce çizgisi vardır ve bu “yeni” değildir. “Yeni” olan, toplumdaki geleneklerin ve otorite sahibi kurumların kaybolmasıdır. Hemen söylemek gerekir ki, Arendt otoriteyi olumsuz bir anlamda kullanmıyor; insanları “ikna” etmeye, bu uğurda zor araçlarını kullanmaya, şiddete başvurmaya ihtiyaç duyan herhangi bir kurumun zaten otorite sahibi sayılamayacağının altını çiziyor. Gerçek otorite kaynaklarını ve geleneklerini yitiren toplumların, “geçmişin uçsuz bucaksız topraklarında bize yol gösteren kılavuz ipini yitirmiş” olduğunu, totalitarizme açık yolda fren mekanizmalarından mahrum kaldığını belirtiyor.

Bu noktaya elbette birden bire gelinmedi. Kapitalizmin gelişimi, “kitle toplumu” içinde yalnızlaşan, köksüzleşen ve yabancılaşan bireyleri yarattı. İnsanın değersizleşmesi, totalitarizm bireyleri “fuzuli varlıklar”a indirgemeden evvel başlamıştı bile; modern devlet bireyleri ordular ve fabrikalarda birbirinin yerine geçebilecek, komutları anlayıp yerine getirebilecek, standardize edilmiş bireyler haline getirmekte mahirdi. Gellner, milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla kapitalistleşen ve emperyalistleşen Avrupa’nın yeni ihtiyaçları arasında bir bağ kurarken bu açıdan son derece haklıydı. Arendt de, özellikle ekonomik rasyonaliteyle bağı kopmuş, “genişlemek için genişlemek” noktasına gelen emperyalizmin totalitarizmin önemli bir kaynağı olduğunu söylerken haklıdır. Evvelce standartlaştırılmaya başlanmış olan bireyler, bu yeni ultra-emperyalist dünyada artık fuzulileştirilmeye başlanmışlardır. Totalitarizm bu bağlamda standartlaştırmayı en uç noktaya taşır; farklılıkları silmeye, silinemeyecek farklılıklar varsa öldürmeye, her türlü kanıyı, duyguyu ve düşünceyi en baştan önlemeye çalışır, en çok da insanın doğumu itibariyle kazandığı “yeni bir başlangıç yapabilme kapasitesi”ni (natality) hedef alır. Çünkü tüm bunlar, bireyi ve hareketlerini tahmin edememe, eylemin sonuçlarını öngörememe riskini getirir. Totalitarizm “kanaat”leri sevmez, tüm endoktrinasyonunu “kanaat oluşturma kapasitesi”ni yıkarak sorunu baştan çözmek üzerine kurar. Bu tam manasıyla, insanın insanlığından çıkarılması, onu insan yapan farklılıkların bir bir törpülenmesi, bireylerin “insansızlaştırılması”dır. Arendt’e göre bu bireyler artık ne özgürdür ne de eyleyebilme fırsatına sahiptir; özgürlük ve eylem olmadan da tam manasıyla “insan” olamazlar. Totaliter rejimler, böylece bireyleri bir fasit daireye sokarak kendilerini mümkün kılarlar. Bir kez iktidara geçince, elinde tuttuğu şiddet araçlarını kullanma tehdidiyle toplumu sürekli terörize ederek varlıklarını sürdürürler.

Ulus-devletler birbirleriyle savaşarak çürür ve kendileriyle birlikte yurttaşlık, politik haklar, uluslararası hukuk gibi kavramları da çürütürken, buna mukabil milliyetçilik ve ırkçılık, yayılmacı taban üzerinde de sermaye ve ayaktakımı (mob) birlikteliği yükseldi. Bilhassa sömürgelerde faşist ve/veya totaliter yönetimin ilk denemeleri yapıldı, bunun Avrupa içindeki tezahürü ise Yahudi karşıtlığı üzerinden oldu. Bir araya gelen tüm bu unsurlar, o tarihî biricik anda totalitarizme giden yolun taşlarını döşedi. Arendt determinist bir bakıştan uzak durarak, tüm bu koşulların, tarihin başka bir anında bir araya geldiklerinde direkt olarak totaliter bir yapıyı vermeyebileceğini vurguluyor. Bununla birlikte, eğer toplumda ve yönetimde totaliter eğilimler varsa bu durum hafifsenmemeli, çünkü Arendt’in deyimiyle bu yepyeni ve hiç karşılaşılmamış olanın önlenememesinde öngörüsüzlüğün payı büyüktü.

Arendt’in yazdıklarını üzerinden bunca yıl geçtikten sonra bile okumak son derece zihin açıcı bir deneyim. Yazdıklarının hepsine katılmaya gerek duymaksızın, bilhassa totaliter eğilimlerin bunca ayyuka çıktığı bir dönemde, onun bu eseri düşünmek ve sorgulamak için bize eskimeyen kavramlar sunuyor.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Totalitarizmin Kaynakları 3 – Totalitarizm – Hannah Arendt
İletişim Yayınları