Duygu Altın

Yazının gücü, uzakları, farklı yaşamları ve dünyaları okuruna sunmasıdır. Kelimelerin gücüne, pırıltısına kapılan okur -bu sayede- kitaplarla hiç görmediği yerlere ulaşabilir, hiç tanımadığı karakterlerde kendini bulabilir. Alice Munro, bizleri dünyanın farklı bir yerine; Kanada’ya ve oranın doğasına, insanlarına, kültürüne Firar adlı öykü kitabıyla götürüyor.

Munro, her sene tartışmaları da beraberinde getiren; dünyanın en prestijli ödülleri arasında yer alan Nobel Edebiyat ödülüne 2013 yılında sahip oldu. Üstelik ödülün öykü türüne verilmesi de ayrıca önem taşıyor. Çünkü edebiyatımızda öykü romanın üvey evladı olarak görülüyor. Romana bir geçiş, bir basamak gibi. Az okunuyor, az değer görüyor. Ayrıca öykü, eksik bir tür olarak da tanımlanıyor. Yani, roman yazmayı becermeyenlerin sığındıkları bir yazı türü(!) Tüm bu sakat ve temelsiz yaklaşımlar ne yazık ki öykücülüğümüzün değer görmesinin önündeki engeller.

Oysa öyküyle uğraşanlar bilirler ki kimi zaman kısa hikâyeler yazmak, oldukça zorlayabilir kişiyi. Sait Faik, Tomris Uyar, Jale Sancak, Nursel Duruel, Füruzan, Cemil Kavukçu- aklıma gelen ilk isimler- ve daha nice yazar var ki öyküleriyle bizlere müthiş edebi doyum yaşatmışlardır, yaşatmaktadırlar. Edebiyat dergilerinin öyküye olan katkısına elbette değinmeden geçilmeyecek bir nokta. Özellikle yukarıda öykü için saydığımız eksik tanımların aksine günümüzde gençlerin öyküye olan ilgisi yadsınamaz. Buradan Munro’ya tekrar dönecek olursak, her edebi türün kendine içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini ve her edebi türün de değerli olduğunu anlamamız için Munro’nun öykü dalındaki bu başarısı bize örnek olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca eklemek gerekirse öyküyle uğraşan genç yazarların mutlaka Munro’yu okumalarını tavsiye ediyorum. Neden mi?

Firar, sekiz öyküden oluşuyor. Her bir öykü, elli sayfaya yakın. Öykülerde klişeleşmiş olan altın kuralın kısa ve vurucu olması gerektiği söylenegelir. Oysaki Munro, uzun, kapsamlı, derin öyküleriyle bunun aksi olabileceğini gösteriyor. Akıcı dili, zorlamadan okurunu kendi içine çeken öykülerin her biri birden çok kez okunabilir. Kitabın başarısı bence burada. Tekrar ve tekrar ele alınabilmesinde.

Öyküler, olaylardan daha çok belli bir zamanda geçen, karakterlerin geçmişlerinden izler taşıyan, yaşamlarından kesitler sunuyor. Karakterler, diyaloglar, betimlemeler çok canlı. Yazarın izini satır aralarında görmek mümkün değil. Yarattığı her öyküye gözlemci, aktarıcı ve mesafeli bir konumda.

Firar’ın öykülerinde uzak bir diyarda, Kanada’dayız. Doğası, kültürü ve anlayışı bizden çok farklı olan bir topluma gözlemciyiz. Fakat ilginç olan öykülerde anlatılan çoğu şeyin ortak olması. Şans, Yakında, Sessizlik üçleme öyküsünde evlenmeden hamile kalan Juliet’in ailesi çevresi tarafından gördüğü tepkinin bizim topraklarımızdakine benzer olması ya da Firar öyküsünde eşi Clark’tan kaçmak için girişimde bulunan Carla’nın ona bağımlılığı, geri dönmesi. Tutku’da nişanlısın kardeşine Neil ile Grace arasında geçenler…Öykülerdeki bu ortak duygudaşlık, anlayış gerçekten şaşırtıcı. Bu durum okura sadece kendi topraklarında / toplumunda gerçekleştiğini düşündüğü anlayışın / algının dünyanın bambaşka bir yerinde de olduğunu fark etmesi, görmesi sayesinde yepyeni şeyler düşündürüyor, insanın her yerde insan olması adına.

Buradan öykülerin aslında çok temel konulara değindiğini söyleyebiliriz. Evlilik, ilişkiler, aile, dostluk… Bu kavramların çevresinde halka gibi büyüyen toplumsal boyut. Her öykü yaşamın içinde fışkırıyor, her öykü aynı şekilde bizlerin içinde bir yerlere dokunuyor. Karakterler yabancı, isimler yabancı, mekânlar yabancı fakat bir o kadar tanıdık… Öykülerin her birinin soluksuz okunması, bir öykü bitip diğerine geçildiği vakit “acaba nasıl bir şey olacak?” merakı ancak bu kadar iyi verilebilirdi diye düşünüyorum. Sade, duru, abartısız ve zorlamadan…

Tüm bunların yanında ayrıca öykülerde pırıltılı ve büyülü bir yan var. Metafiziğe yakın, tam anlamlandırılmayan ve kendini ele vermeyen ürpertili bir yaklaşım. Bunu Güçler adlı öyküsünde daha baskın görüyoruz. Tessa’nın sahip olduğu doğa üstü bir gücün çevresinde şekillenen. Çok gerçek fakat bir o kadar tılsımlı.

Firar öyküsünde, Clark’ın eşinin kaçmasına yardım eden Mrs. Jamesion’nun, Clara’dan habersiz bir şekilde, kapısına gittiği ve üstü kapalı bir biçimde tehdit ettiği anda, günlerdir kaybolan keçi Flora’nın birden sisler içinde çıkıp gelmesi de öyle. Munro’nun bu büyülü ayrıntıları bilinçli seçtiği çok açık. Böylece öykülerde yakalamak istediği ne gerçek ne hayale yakın sahneler yaratması, öykünün içinde bir dalgalanma yaratıyor. Öykülerin içinde serpiştirilmiş masalsı anlar gibi.

Tutku ve Entrikalar adlı öykülerde ise şaşırtıcı ve hüzünlü bir son okuru bekliyor. Sanırım beni en çok etkileyen bu iki öykü oldu. Hüznün bile bir tadı var Munro’da. Yazar duygularına anlatım boyunca çok hâkim. Bu da aslında anlatılanları okurun gözünde daha gerçekçi yapıyor. Hatalar adlı öyküde ise küçük bir kız olan Eileen’nın da bile kendimizden parça bulmamız Munro’nun öykülerine olan hayranlığımızı bir kez daha arttırıyor.

Yazımın başında, öykü ile uğraşanların Munro’nun kitabını okumasını yazmıştım. Bunun sebebi yazarın öykülerindeki dili, anlatıcı olarak farklı yöntemleri iç içe geçirmesi; oluşturduğu karakterler ve anlattığı konular -her ne kadar kendi kültüründen çıksa da- ortak olanı yansıtabilmesi olarak toparlayabilirim. Kanadalı eleştirmenlerin dediği gibi Munro gerçekten modern bir Çehov. Hiç kuşkusuz öyküleriyle edebiyatta unutulmaz bir isim olarak daima anılacaktır. Firar, hem öykü severlerin tat alacağı, hem de başarılı öykünün örneklerini sunduğu için yazarlıkla uğraşanların dikkatle okuyacakları bir kitap. Üstelik öykülerin bıraktığı tadı tazelemek için mutlaka arada yeniden ele alacağınız ve sevdiğiniz bir öyküyü açıp hatırlamak isteyeceğiniz bir eser… Kim bilir belki bu sayede öykü kitaplarına bakışımız da değişir.

babilcomdanalabilirsiniz

Firar – Alice Munro
Can Yayınları