Feridun Andaç

Taşradan içe doğru yolculuk… Kendi “ben”ine dönük bir bakışı getirir ilkin. Ardından da “sonra”lar gelir. Oradan çıkıp gitmeden önce, benlik varoluşunuzu bezeyen, ama bir o kadar da ruhunuzda yivler açan taşra gerçekliği içinizin sıkıntısını aşan/taşıran her şeye isyanınızı da besler. O isyan ki; içinde her şeyi barındırır. Olmakla olmamak arasında bir yerdeyseniz eğer; beklemeye de hiç tahammülünüz yoktur. Çaresiz gitmeyi seçersiniz.

Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni ilk basımından (1980, Derinlik Yayınları) okuduğum günlerde İstanbul’un dekadan dokusu her şeyi örter düzeydeydi. O nedenle Özlü’nün çocukluğuna dönerek anlattığı taşra yalnızlığı ikili zaman gerçeğini anlatması açısından masumiyeti içeriyordu. Bir yanda büyümekte/yetişmekte olan bir genç kızın ruh esintilerini getiriyordu anlatı bize; öte yanda da süregiden hayatın akışından sahneler gelip gelip o esintide yerlerini alıyorlardı.

Bir anlatıcı olarak Özlü, ironisini ve tok söyleyişini gizlemeden; ama saydam anlatıcılığını gözüpek biçimde, baskın ses kılmadan, hissettirmesiyle okuru/nu kendine çekiyordu. Düş ve özlemlerle sırlanan genç kızlık bir yerden her yere gitmek için debelenmektedir aslında. Onu çevreleyen dünyanın dili ona dışta yabancıdır, içte ise açmazları barındırır. İşte gelip gelip Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni bezeyen bu ruh halidir ona yazmayı fısıldayan, hatta öğreten.

Bir zaman sonra da ona, “Gitmeyi seç” dedirtecektir bu duygu. Anlatılan diğer yanıyla da bir aile/büyüme öyküsüdür. Cumhuriyet aydını bir anne-baba, “iyi eğitim” almalarını istedikleri çocukları… Bunların en küçüğü, deyim yerindeyse; “kan kırmızı”! duramaz hiçbir yerde. Adı konulamaz yalnızlığına “delirium” tanısı da konsa; taşradan çıkıp gelen çocuk, yaşamın en ötesine, daha daha uçlara gitmek istemektedir. İkilemler içindedir, çünkü benlik sanrısı sarmalamıştır dört bir yanını.

Büyümek için bekleme çağını çoktan geçmiştir, evecendir yazmak ve yaşamak için. “Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum.” 1

Sözleri onun bu yöndeki bakışına/düşünüşüne aynadır. Bilir ki yazının kaynağı bir yanıyla yaşamdaysa, öteki yanıyla da kitaplarda, başka yazarlardadır. Çocukken bu aşıyı alması onu yönlendirmiştir. Yazara gitmek yaşama gitmek gibidir Özlü için. Kopulamayan, aksine bağlanılan. Bunun da karşılaşmalarla yaşandığını bilendir üstelik. Bazen sessizlikteki bir gözdür, hissetmek için açılıp kapanan. “Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım,” diyebilmesi, onu yazıda yurt arayışına yöneltmiştir, bence. Ona Yaşamın Ucuna Yolculuk’u yazdıran duygu da biraz budur.

Öte yanda da kendi olmak derdindedir, Özlü. Yaşamın ucundaki ölüm düşüncesi onu ürpertse de; tükenmeden yaşamayı seçer. Gitmesi, yeni karşılaşmalarla buluşması bu yüzdendir. Bir dönemeçte Ferit Edgü’ye şunu yazacaktır:
“Dünyayı gene kendi elimde sıkılacak bir limon gibi görmeye başladım.”2

O ki; her gidişte yeni bir başlangıç arayandır. Yazıdaki sürekli arayışı bundandır. “Dünya acılı olduğu için yazılır,” diyen bir bakışın gitmeleri de okurun/un derdi merakı olur. Özlü, okuruna bunu yansıtabilmiş bir anlatıcıdır.

Eski Bahçe-Eski Sevgi’deki (1978) öyküleri yaşamdan beslenen yazının aynasındaki olarak değerlendirebiliriz. Öte yanıyla Özlü, hayatın bu onulmaz ezincine dayanabilmek için yazmaya yönelir. Yazarak yaşamak düşüncesi sanki sanrılarını azaltır. Yazgısal olanla yaşamsal olanı ayırabilen, görüp/hissedip anlatandır Tezer Özlü. Azalan bir dünyanın diline bağlanması da belki bundan! Yazarak dağılanları toparlar, giderek de yaşamsal kopuklukları onarır. Çünkü bölünmüşlüğün, bu anlamdaki benlik sanrısının acısını öteden beri bir ur gibi taşımaktadır.

Dağılma, çözülme, kopuş, aidiyetsizlik, yabancılaşma, bölünmüşlük, içsızısı, delirium nöbetleri. Kendisini Kafka’dan yola çıkarak Cesare Pavese’nin kıyısına taşıdığında dünyanın anlamını/anlamsızlığını da sorgulamaktadır artık. Tezer Özlü’nün ortaya çıkardığı “melez-metin” bir bakıma da edebiyatımız için yeni bir sestir/bakıştır. Anlatılan öykü ötesi bir iç gerçeklik yolculuğu, karşılaşma/hatırlama/yüzleşme söylenişidir de. Metinlerarası geçişteki düş/düşünce bağlantısı onun dış ve içtekileri görme yolculuğunu da öne çıkarır.

“Benim kitapta, insanı kendine çeken bir olgu var, bu yüzden umutsuz bir kitap değil.” Ferit Edgü’ye 12 Nisan 1984’te Zürih’ten böyle yazıyordu Yaşamın Ucuna Yolculuk için. Bir intihar/ölüm izleği gibi algılansa da; yaşam ve yaşanmışlığın sorgusudur roman. “…kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk. Belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim. Şimdilik daha bu kitaptan kopmadım.”

Doğrudur da bir bakıma. Tezer Özlü, bugün, bence hâlâ bu kitabıyla yaşıyor, bunun içinde soluk alıyor. Nasıl ki Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı onu yaşatan bir kült yapıt ise Yaşamın Ucuna Yolculuk da öyledir. Tezer Özlü’nün Leylâ Erbil’le yazışmalarına yansıyan bakış/duyarlık onun yazıya/yaşama dair düşüncelerinin de aynasıdır bir bakıma. Eğer Ferit Edgü’yle yazışmalarını bir arada okursanız; kısa ânlara/zaman dilimine sığdırılmış o “az” mektup-metinlerdeki “dolu”luk sizi şaşırtabilir.

Bir yanıyla Özlü’nün hayatı/özel dünyasına dair edilen, diğer yanıyla da onun bakışı/duyuşu… Mektuplara yansıyan duygu tınısıyla birlikte kendi zamanlarının gerçekliğine gene kendi dünyalarının içinden bakmaları edebiyat(ları) için kazanımdır. “Mektuplarda doğruyu kavradığı anda, gerek ülkeler, gerekse insanlar hakkındaki yargılarını değiştirirken, Tezer’in ne denli cesur ve saplantısız davranabildiğine de tanık oluyoruz.”3 Böyle diyordu Leylâ Erbil onun için.

Aşk, sevgi, ölüm… Buna sanrı ve intihar düşlerini de eklerseniz; Özlü’nün yazı dünyasının alt metinlerini de bu mektuplarda okursunuz aslında. Gene de dönüp dönüp şunu söylemek isterim: Tüm bu yazılanlar, bu hayat sanki tek bir yapıt kurmak için yaşanmış/yazılmıştır: Yaşamın Ucuna Yolculuk.

Öyleyse Tezer Özlü’yü asıl okumaya da buradan başlamalıyız: “Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede Acının Durgunluğu’nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu öğreniyorum: 9 Eylül.”

Özlü’nün yaratma/yazma dünyasında okuru olduğu yazarların izi etkisi belirgindir. Yüzünü onlara döndükçe hayatın ve yaşadıklarının yazıya taşınabilecek yanlarını düşünür. Bu yazarak kendine gitmek olduğu kadar da uzaklaşmaktır kendinden Özlü için. Yer yer Ferit Edgü mektuplarına şu sessiz çığlığı yansır: “Biraz olsun kendimi unutmak istiyorum.”

İlginçtir, 1984 Ağustos’unda Robert Walser’den söz ederken şunları söyler: “Bilmem Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. 12 cilt yapıtı arasında romanları, mektupları, küçük prosa metinleri, şiirleri… 1878 doğumlu. Sekiz yıl Berlin’de de yaşıyor. 1919-1933 yılları arasında Bern yakınında Waldau kliniğinde kalıyor, orada da yazmaya devam ediyor. 1933-1956 yılları arasında (kendi istemediği halde) Herisau kliniğine konuluyor, şizofreni diyorlar… 23 yıl ne pek konuşuyor, ne yazıyor, ne yaşıyor… Yalnız uzun uzun yürüyüşlere çıkıyor. Kendi çağdaşları Musil, Kafka, W. Benjamin ve diğer yazarlar Walser’i okumuş.”

Eğer edebiyatımızda kanonik bir yapıdan söz edebilirsek, Tezer Özlü’yü nereye/hangi yazarlarla bir arada anmalıyız peki? Onun okuma/öz sürme/etkilenme kavşaklarına baktığımızda Kafka’dan Pavese’ye, Walser’den Ingeborg Bachmann’a, hatta Thomas Bernhard’a uzanan bir çizgide yol arkadaşları buluruz. Sevgi Soysal, Leylâ Erbil, Sevim Burak düş/düşünce ve anlatı akrabalığının ilk adları. Günümüzde ise buraya Aslı Erdoğan’ı katabiliriz.

Etkileyici bir kaynaktan ise; dışa açılan bir bakışın, yazma/anlatma bilincinin, yazıda yaşamak düşüncesinin izlerini edebiyatımıza getirmesi açısından Tezer Özlü’yü okumak, irdelemek sanki kanonik bir yapının çerçevesini çizmek için de önemli, gerekli. 

____

1.Kalanlar, 1990, Ada Yay., 54 s.

2.“Her şeyin sonundayım”: Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları, 2010, Sel Yay., 112 s.

3.Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, Haz.: Leylâ Erbil, 1995/2016, YKY:, 69 s.

Arka Kapak dergisi 24. sayı