Nihal Yormaz

Kaynaşan bir milyon bağırsak kurdu misali

Cümbüş eder beynimizde iblis tayfası,

Soluduğumuzda, görünmez ölüm ırmağı

Sağır yakarışlarla kaplar ciğerimizi.

Baudelaire

9 Nisan 1821’de Paris’te yalnız ve mutsuz geçireceği çocukluğundan habersiz biri doğdu. Büyüdü, okuldan atıldı; büyüdü, Latin Amerika’ya sürüldü, büyüdü Frengi hastası oldu ve toplumda küçüldükçe içinde dağlar kadar kocaman, nehirler gibi yolunu bulan duygular birikti. Bir gün herkes onu sözcüklerinin büyüklüğüyle anacak; fakat o, bunu hiçbir zaman bilemeyecekti.

Baudelaire’i anlatırken insanın eli ister istemez sembollere, metaforlara, benzetmelere gidiyor ve tabii haliyle de sıradan bir başlangıç yapamıyorsunuz onu anlatacak satırlarınıza. Sanki bir sandığın içine çeşit çeşit benzetme, binlerce sembol, sayısız gizemli sözcük konmuş ve o sandığın kapağını aralayıp oradan gizli gizli en değişik sözcükleri seçmeniz için size bir şans verilmiş gibi hissedersiniz. Fakat siz hangi sözcüğü seçerseniz seçin, yan yana geldiklerinde bir Baudelaire etmez. Sağır yakarış diyemezsiniz misal ya da görünmez ölüm ırmağı. “İçe Kapanış”ta “Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.” der ya hani işte o zaman ufaktan ürperir ve sandığın kapağını ardına kadar açarsınız. İşte o sandıktan Baudelaire için benim payıma düşenler, bu yazının devamında.

Charles Pierre Baudelaire dünyaya geldiğinde, henüz altı yaşındayken babasını kaybedeceğinden habersizdi. Charles, genç yaşında dul kalan annesinin başka biriyle evlenmesini bir türlü hazmedemeyecek ve zor bir çocukluk dönemi geçirecekti. 1832’de yatılı olarak Lyon kolejine gönderilecek, 1837’de yine aynı şehirde Louis-le-Grand kolejinde eğitimine devam edecekti. Geçirdiği mutsuz çocukluk, içinde kopan fırtınalar ve önüne geçemediği hayal kırıklıkları ona bu süreçte eşlik edecek ve iki yıl sonra da disiplin sorunları sebebiyle bu okuldan atılacaktı. Okuldan atılması sürecini takip eden dönemde ise hukuk öğrenimi görmesi için maruz kaldığı aile baskısı, gelecekte yazacağı satırlarda kendini gösterecek bir isyanın, buhranın ve çaresizliğin temelini atacaktı.

Hayata böyle çetrefilli bir şekilde başlayan Baudelaire, hukuk öğrenimi görmesi için zorlandığı bu dönemde bohem bir hayat yaşamaya başlar. Girdiği çevreler onu edebiyat dünyasının önemli isimleriyle bir araya getirir ve Prarond, Levavasseur, Philippe de Chenneviers, Gerard de Nerval ve Balzac gibi isimlerle de işte bu sayede tanışmış olur. Ancak hiçbir şey tozpembe değildir ve Charles Baudelaire, babasından kalan mirasla yaşadığı bohem hayat yüzünden parasını hızla tüketmeye, sokak kadınlarıyla düşüp kalkmaya ve ailesini endişelendirmeye başlar. Ailesinin onun fikrini sormadan aldığı bir kararla Baudelaire, 9 Haziran 1841’de Bordeaux’dan ayrılan bir gemi ile Hindistan’a gönderilmek üzere yola çıkar. Fakat o, kendinden bekleneceği üzere yarı yolda gemiden inerek Fransa’ya geri döner. Bu yolculuk onun ufkunun genişlemesine oldukça ciddi bir katkıda bulunur. Zira Albatros, A Une Dame Créole ve A Une Malabraise gibi şiirleri, bu yolculuğun mirasıdır. Bu süreçte uzun sürecek bir aşka da yelken açar Baudelaire ve Jeanne Duval’le tanışır. Ortak görüş, Baudelaire’in birçok şiirinin ilham kaynağının Duval olduğu yönünde birleşir. “Le Balcon”, “Le Parfum Exotique”, “Un Fantome” gibi şiirleri bunlara yalnızca birkaç örnektir. Le Parfum Exotique’te geçen şu satırlarda da bu aşkın ne denli büyük olduğunu anlamak mümkün:

Gözlerim kapalı, bir sonbahar akşamında;

Sıcak göğsünün kokusunu içime çeker,

Dalarım; gözlerimden mesut kıyılar geçer,

Hep aynı günün ateşi vurur sularına.

Hesapsızca para harcadığı bu dönemin ardından ailesinin miras hakkını geri çekmesiyle oldukça sınırlı bir harçlıkla geçinmek zorunda kalan Baudelaire’in alıştığı yaşam tarzını bu meblağ ile sürdürmesi mümkün olmaz. Bu durum, beraberinde borçları ve maddi sıkıntıları getirir. Zaten normalde de çok dışa dönük olmayan şair, iyice içine kapanır ve 30 Haziran 1845’te başarısız bir intihar girişiminde bulunur. Bu sarsıcı dönemde dahi Baudelaire edebiyat dünyasıyla bağını koparmaz ve nihayet bir süre sonra bazı şiirlerini ve sanat eleştirisi yazılarını bazı dergilerde yayınlanmaya başlar. Dönemin ünlü tablolarıyla ilgili yazdığı eleştirilerinin toplandığı kitabı Salon de 1845 de bu dönemde yayınlanır. Hemen ardından Edgar Allan Poe ile tanışır ve bir süre sonra onun şiirlerini Fransızca’ya çevirmeye başlar. Bu çeviriler Baudelaire’in şiirle olan ilişkisinin profesyonel bir boyuta taşınmasını sağlar. Artık bazı değerler onun için değişmeye başlamıştır.

Sene 1857 olduğunda artık Baudelaire için yeni bir sayfa açılma zamanı gelip çatmış ve çağdaş şiire öncülük edecek olan dünyanın en ünlü eserlerinden biri olan Kötülük Çiçekleri yayınlanmıştır. Bu eser kamuoyunda büyük yankı uyandırmış ve tabiri caizse ortalık birbirine girmiştir. III. Napolyon döneminde yayınlanan bu eser, II. Cumhuriyet mahkemeleri tarafından toplum ahlakına aykırı olması gerekçesiyle yasaklanmış ve bununla da kalmayıp şairin mahkûmiyet giymesine sebep olmuştur. Özellikle dine saygısızlıkla ve müstehcenlikle suçlanan Baudelaire’in mahkûmiyeti şaire üç yüz frank, yayımcısına ise yüz franklık bir para cezasına çevrilir. Söz konusu şiirler de kitaptan çıkarıldıktan sonra yayınlanması için mahkemeden izin çıkar. Aynı dönemde Gustave Flaubert ve Balzac’ın da aynı gerekçelerle yargılanmış olduklarını göz önünde bulundurduğumuzda bu durum çok da şaşırtıcı değildir aslında.

Kendi iç dünyasındaki karmaşayı, toplumsal sorunları, çelişkileri ve inanç kavramlarını büyük bir ustalıkla yansıttığı Kötülük Çiçekleri sayesinde Baudelaire, ölümünün üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ en büyük şairler arasındaki yerini korumaktadır. Hayatındaki tüm çalkantılardan nasibini alan dizeler içinde dizginlenemeyen arzulara, çılgın zevklere ve düşle gerçek arasında sıkışıp kalmış büyük bir duygu karmaşasına tanık olduğunuz Kötülük Çiçekleri, duygusallığa ve insanın iç dünyasına yönelen bir akım olan sembolizmin de şiirdeki başlıca temsilcilerinden biri yapmıştır Baudelaire’i.

Bu büyük şairin ilerleyen yıllarda yayımlanan diğer eserlerinde de daima bir bedbinliğe ve dünya düzenine karşı gösterdiği direnişe şahit olmak mümkün. Ancak üzücü olan; onun, hayattan hiçbir zaman dilediğince tat alamamış olması ve ölümünün de hazin bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Zira Baudelaire, bir süre Fransa’dan uzaklaşmak amacıyla 1864’te Belçika’ya yerleştiğinde orada da aradığını bulamayacağını bilmiyordur. Bu durum onda büyük bir öfke yaratır ve sonunda hem kötü yaşam tarzının hem de mutsuzluğunun bir getirisi olarak frengi hastalığı yüzünden felç geçirir. Annesi onu apar topar Paris’e getirmiş olsa da şair, 31 Ağustos 1867’de Paris’te hayata gözlerini yumar. Charles Pierre Baudelaire, ölümünden sonra bile yazı ve şiirleriyle Rimbaud’dan Mallarme’ye, Yahya Kemal’den Cahit Sıtkı Tarancı’ya kadar birçok ünlü edebiyatçıya ışık tutmayı başarmış ve belki de hayalini kurduğu huzura ölümünden sonra kavuşabilmiştir.

Arka Kapak dergisi 13. sayı