Hasanali Yıldırım

Okurken bile kapitalizmin çarklarının arasında kıvranadurduğumuzun ne kadar ayrımındayız acaba?

Kitap satın aldığımız sırada, kitabın kapağının tasarımı, özellikle de arka kapaktaki reklâm metni veya kitabın sayfalarının mizanpajı tarafından iyiden iyiye yönlendirilmişliğin doğurduğu tercihlerimizin belirlenmesinden söz etmiyorum yalnızca. Günümüz şartlarında bir kitabın encamının içeriğine dair bir fikir verdiği yanılsamasını görmezden gelmek, bu aldatmacayı bir yere kadar kabullenmek durumundayız zaten. Mesele asıl sonrasında başlıyor. Öncesinde mi demeliydim yoksa?

Kitap satın alma alışkanlıklarımız meselenin ilk ve esaslı durağı. Fakat benim üzerinde durmak istediğim, çağdaş okur kimliğimizle kitaba yüklediğimiz anlamı da belirleyen niteliğiyle okuma tarzımız; kitap okuma alışkanlıklarımız.

Dolayısıyla sormak durumundayız: Okumak ne demek çağdaş insana göre acaba?

Okumak bir hazım meselesi değil midir?

Çağdaş insan niçin okur? Bilgi edinmek için mi yoksa bilgi edindiğini sanmak ve sandırmak için mi? Belki de daha temel soruyu sormalıyız: Çağdaş insan niçin bilgi edinmek ister?

Çağdaş Okuma Arzusu

Yaklaşık 300 yıl önce imkân sahipleri için bile asla geçerlilik taşımayan bu istek, çağdaş insan için ne diye bunca arzuyla istenir hâle geldi? Şu ünlü reklâm klişesindeki hikmet parçacığına başvurarak söyleyelim, güçlenmek için mi? Hani bilgi güçmüş ya!

Kime karşı güçlenmek ister çağdaş insan? Rakibi kim? Başka milletlerin veya devletlerin kişileri mi, kendi ülkesinin vatandaşları mı? Çevresindekiler mi? Yoksa (daha acısı) kendisine karşı güçlenmek mi asıl amaç?

Peki, insan niçin kendisine karşı güç devşirmek ister? Ve bu güç temerküzünü de bilgi ile, bilgi üzerinden elde edebileceğini varsayar? Şu ünlü düstura uygun hareket etmek için, kendini tanımak için mi yoksa? Öyleyse soralım: Çağdaş insanın bitimsizmiş izlenimini veren bütün bu okumaları, kendisini daha iyi tanıma ve anlama aşamalarında ona yardım etmekte mi sahiden? Yoksa tam tersi mi geçerli? Yani öbür çağdaş alışkanlıkları tarafından belirlenen okuma alışkanlıkları sonucundaki birikimleri, kişiyi kendisine bir miktar daha mı yabancılaştırmakta acaba?

Kendisine yabancılaşmak için okumak… Daha yumuşak söyleyelim, kendisini unutmak için okuma limanına demir atmak…

Okumanın Nasılı Olur muymuş?

Nasıl okumalı?

Bilindiği kadarıyla insanlık tarihi boyunca hiç sorulmamış, daha doğrusu sorulma ihtiyacı hissedilmemiş bu soru, kendisini kuşatan şartlar gereği ancak çağdaş insanın sorabileceği bir soru durumunda. Öyle ya, çağdaş okurun okumayla ilgili temel sorusu, “Nasıl okumalı?”dan çok “Ne okumalı?” sorusuna odaklanmakta. Hatta bu uğurda kendisine yardım edecek dergiler yayımlanmakta, gazetelerde bu içerikte bölümler yer almakta, radyo ve televizyonda programlar hazırlanmakta. Alttan alta şöyle bir yönlendirme saklıdır bütün bu uygulamalarda: Başkalarının okudukları senin de okuman gereken şeyler. Dikkatle baktığımızda zamanımızın okurunun ne okuyacağının da kişinin kendi özgür iradesine bırakılmadığı kolayca görülebilir.

Bir soru daha: Çağımızın insanının ne okuyacağı zaten bin bir türlü yolla baştan belirlenebiliyorsa nasıl okuyacağı da, kimileyin açıkça, kimileyin de sinsice yönlendirilmiyor mu acaba?

Konunun bu yönü için yapabileceğimiz ilk tespit sanırım şu: Zamanımızda bilgi sonsuz bir okyanus. Öte yandan, ars longa, vita biravis; yani sanat uzun, hayat kısa. Demek ki bilmek, bu sonsuz okyanusa mümkün mertebe çok dalıp küpünü doldurmak demek. Yani çok okumak…

Acaba bu tespit, daha doğrusu bu akıl yürütme ne oranda doğru? Hatta bunun tam tersi doğru sayılamaz mı? Kişi ne kadar az okursa o kadar çok bilir. Sizi ikna edeceğimi iddia etmiyorum ama bu konu etrafında bir miktar daha gezinmek için sabrınızı istirham ediyorum:

Çok okumak, hele yutarcasına okumak, okumanın amacı başkalarını etkilemekse bir yere kadar işe yarayabilir. Zihinde kalan kimi kavramlar, isimler, tarihler, bilgi kırıntıları ve bolca malûmat, sohbetlerde kişiye saygınlık kazandıracak bir düzeye çıkabilir. İşin daha acısı, ülkemizde kültür dendiğinde anlaşılan da daha çok böylesi malûmat parçacıkları ya! Bu kısma hiç girmeyelim.

Anlamak İçin Okumak

Peki ya okumaktan maksat kişinin en geniş anlamıyla çevresini tanımaksa yine aynı şekilde çok okumak ne oranda işe yarar acaba? Nitelikli okumak adı altında ne idüğü belirsiz bir yafta, kişiyi çevresi hakkında bilgi ve görgü edinmek bakımından tatminkâr bir düzeye taşımaya yeter mi? Buradaki “çevre”nin, en dar anlamıyla aileden başlayarak evrenin sınırlarına değin ulaşan bir çapı içerdiğini; nesneler, kişiler, olgular ve kavramlar bütününü hesaba katarak düşünmeyi kapsadığını hatırlatmama müsaade ediniz lütfen.

Peki ya insanın en büyük sorununa dair, yani tanrısı (Veya elbette tanrıları veya benzeri…) hakkındaki kanısına dair ne söyler yutarcasına okumak? Öte yandan, çok okumanın ötesine geçtiğinizde de çok okumak sorumluluğundan kurtulabiliyor musunuz? Sınırları nerede başlayıp biter bu çok okuma ediminin?

Diyelim ki tanrı hakkında bilmeniz gerektiğini düşündüğünüz temel bilgileri bir yerlerden edindiniz; tanrınıza dair bilgilerinizi yeterli görmektesiniz. Sorumluluğunuz bitiyor mu? Yoksa insanlığın en büyük sorununun eşiğine henüz yaklaşamadınız mı? Nedir ki insanın en büyük sorunu? Ve sorumluluğu? Kendini bilmek!

Çok okumak, hatta kısmen seçmeci okumak, kişinin kendisini tanımasına ne oranda katkı sunar?

Son 20 yılın modası NLP kitaplarından kimileri medet ummaya devam etsin. Bunun ötesine geçen çağdaş okurlar; örneğin psikoloji, din, metafizik, felsefe veya okültizm içerikli külliyatlar devirdiğinde edindikleri bütün bu bilgilerin toplamı, sahiden de kendilerini tanımalarına giden yolun zeminini teşkil edebilmekte mi?

Okuma Oburluğunu Yenmek

Okumanın hakikati oburluğun zıddında ise sahici anlamda verimli okumak, ne türlü bir zihin uğraşıdır acaba? Veya başka bir şekilde sorarsak, okumanın hakikati nicedir?

Hayatı moda üzerinden takip etmek, farkına varsın veya varmasın, başka bir ifadeyle kabullensin veya reddetsin, çağdaş insanın maruz bırakıldığı hâllerden. Beslenmenin ciddi bazı sorunlarının sebebinin hazımsızlıktan kaynaklandığı ise Hippocrates öncesinden bile bilinmekte. Anatomik anlamda hazımsızlığın en önemli sebebi yeteri kadar çiğnememek. İkinci önemli sebebi ise oburluk.

Şimdi bu iki veriyi zihni beslenme anlayışımıza uyarladığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar acaba?

Onca farklı açılardan baktıktan sonra teslim etmemiz gereken hakikat öylesine saf, esaslı ve aynı zamanda öylesine hazin ki insanın ifadeye dili varmıyor handiyse: Sahici anlamda okumak, beslenme üzerinden söylemeye çalışırsak, yemekten daha çok geviş getirmeye benzemek durumunda. Az kitap okumak, iyi okurluğun yegâne şartı. Okunan bu az metinden şifa niyetine bir öz çıkarmak için de o az kitapları dönüp dönüp çok okumak gerek. O da işin öbür inceliği.

Çok okumak değil, az kitabı çok okumak…

Çağdaş alışkanlıklara ne de aykırı bir öneri, değil mi?

Hâlbuki basının önerdiği, arkadaşlarınızdan duyduğunuz, gündemdeki bugün var, yarın yok kitapları yutarcasına tüketmek yerine klâsiklere yöneldiğinizde, sizden öncekileri besleyen metinlerin sizi de yeterli miktarda doyuracağını göreceksiniz. Hele bir de:

Benim oğlum Bina okur,

Döner döner gene okur

deyişindeki gibi, aynı klâsikleri dönüp dönüp defalarca okuduğunuzu hayal edin.

Emsalsiz bir okuma deneyimi sizi bekliyor.

Deneseniz…

Bilmek dışında bir de anlamak vardı ya hani?

Bir de kavramak elbet.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 28.sayısında yayınlanmıştır.