Tarık Tufan

İstanbul’un Anadolu yakasından Münir Üstün ve Barış Tut’la birlikte Münir Üstün’ün kırmızı renkli arabasına binip kalabalık bir trafikte Tüyap Kitap Fuarı’na doğru yola çıktık. Arabanın kırmızı olması anlatacağım mesele içinde bir anlam ifade etmiyor. Arabanın kendisi de bir anlam ifade etmiyor. Aziz okuyucunun hayal gücüne katkı sağlamak için söylemek istedim, hepsi bu.

O gün hava soğuk muydu, bilmiyorum. Münir’in sigarasının dumanı bir süre sonra hayatta kalmamızı güçleştirdiği için arabanın camlarının açık olduğunu ve biraz da üşüdüğümüzü hatırlıyorum. Anlatacağım meselenin sigara dumanı veya üşümemizle de ilgisi yok.

Barış Tut’la o gün tanıştık. Sonrasında bir daha karşılaşmadık ama umutsuzluğa kapılmanın lüzumu yok. Bu yazının yayınlandığı günlerde bir davet olarak karşılanabileceği gibi bir düşüncem var. Münir’le görüşüyoruz, evet. Benim yayıncım. Bir yayıncıyla görüşmeye ihtiyacım var. Ama bu çok önemli değil. Yayıncım olmasa da Münir’le görüşmek isterim.

Barış’ın gayet keyifli edebiyat ve futbol sohbetine kulak kesilerek bu sıkıcı trafiğe ve uzun yola katlanabileceğimi hissettiğim an birden mutlu olduğumu hatırlıyorum. Konuşmamızın ikinci dakikasında bu durumu keşfettim.

Birbirimize kitaplarımızı hediye ettik. Daha önce mi etmiştik yoksa? Ben Şanzelize Düğün Salonu’nu verdim, Barış da İlahi Morluk’u. Vermedim mi yoksa? Umarım vermişimdir.

“Roberto Bolano’yu okudun mu?” diye sordu Barış, içi dumanlı, kırmızı arabanın arka koltuğuna doğru seslenerek. Arka koltukta ben oturuyordum. Barış ön koltukta, Münir şoför koltuğunda yolculuğu sürdürüyordu.

“Roberto Bolano…” diye tekrarladım sadece kendimin duyabileceği kısık bir sesle. Bir yazarı okumadığımı söylemek zor geliyor. Utanıyor muyum? Biraz. Aslında okumuş olmamın gerektiğini hissettiren insanların sorusu karşısında utanıyorum, evet. Yani kimi insanlar vardır ve bir yazarı sorduklarında o yazarın mutlaka okunmuş olması gerektiği duygusunu o an hissettirirler. Okumadığım bir yazarı okuduğumu asla söylemiyorum, hayır.

“Okumadım,” diye yanıtladım içinde bir parça utanç ve pişmanlık kokan tonlamayla.

Münir sert bir frenle arabayı durduracak ve ikisi birden aşağılayan bakışlarla arkalarını dönecek diye bekledim cevabın arkasından. Öyle olmadı. Münir sigarasının külünü tuhaf bir hareketle dışarıya silkti. Bir parçası üzerime gelmiş mi diye bakarken Barış aynı şefkatli ses tonuyla devam etti konuşmasına:

“Muhakkak okumalısın.”

Sigara dumanı dışarı çıksın diye camlarını açıp üşümeye başladığımız kırmızı renkli arabanın içinde yirminci dakikayı doldururken Roberto Bolano okuyacağıma dair yemin ettim içimden.

“Ben Tılsım’ı sevmiştim. Pek okunmadı ama bulursan ondan başla,” diye tembihledi git gide merhamet tonu artan sesiyle. Hafiften, acınacak duruma geldim, diye hissettim sesindeki merhamet tonundan. Ben Dostoyevski’yi yedim yuttum, diye içimden geçti ama aptalca olur diye söylemedim.

Fuara geldiğimde imza saatine daha zaman vardı. Pegasus’un standına gidip Tılsım’ı sordum. Alt raflarda kalan son kitabı çıkardı stant görevlisi kız. Fuarın hemen ardından Can Yayınları’nın Lümpen Roman’ı çıkardığını gördüm bir ilanda. Gittim o kitabı da aldım.

Artık bir Bolano okuru olabilmenin gereklerini yerine getirmeye başladım. Lümpen Roman’ı da bir çırpıda bitirip uygun vakitte yazmaya karar verdim ama Tılsım’ın beni daha çok etkilediğini söylemeliyim. 2666’yı ve Metis’ten çıkan diğer kitaplarını da yeni sipariş edeceğim. Sabırlı okur sırayla herbirini yazdığımı görecektir.

Tılsım’ın hikâyesi gerçek bir olaya dayanıyor. 2 Ekim 1968’de binlerce üniversite öğrencisi hükümeti protesto etmek için Plaza de las Tres Culturas Meydanı’nda toplanır. Meksika tarihinin en büyük protesto gösterilerinden biri gerçekleşmiştir. Ancak gösteri yüzlerce insanın ölümüyle son bulur. Latin Amerika’nın acımasız kıyımlarından biri gerçekleşmiştir.

Üniversite öğrencilerinin fitilini yaktığı hareketi engellemek için Meksika Ordusu üniversiteyi işgal eder. Uruguaylı Alcira Soust Scaffo, üniversitenin Edebiyat ve Felsefe Fakültesi’ndeki kadınlar tuvaletinde tam sekiz gün boyunca saklanır.

Alcira, Tılsım’da Auxilio adıyla romanın ana karakteri olur. Bir tuvaletin içinde, ayakları görülmesin diye zaman zaman klozetin üzerine çıkmak zorunda kalan Auxilio, akıl almaz koşullar içinde kaldığı süre zarfında – romanda on üç gündür- gerçeklik ve hayal arasında gidip gelmeye başlar. Bu andan itibaren Latin Edebiyatı’na has o görkemli ve gerçeküstü anlatının bütün özellikleri karşımıza çıkmaya başlar.

Tutuklanmak, işkence görmek ve hatta öldürülmek korkusuyla sığındığı daracık bir tuvalette kısılıp kalan Auxilio’nun zihni oldukça geniş bir dünyaya açılmaya başlar. Meksika’ya geldiği günleri, tanıştığı ve uzun süre aynı mekânı paylaştığı şairleri, edebiyatçıları, üniversitede çalışmaya başladığı günleri hatırlamaktadır.

İç içe geçmiş ve gerçeklerle örülü bir anlatının içine gireriz Uruguaylı kadının zihninden geçenleri okurken.

Auxilio’nun içinde dolaşmaya başladığı anılar, bir hatırlama biçiminden ziyade bir varoluş çabasıdır. Tuvaletin fayanslarına, sızan suya, klozete, kapıya bakarken bir başka var olma ihtimalini güçlü tutma ve böylece hayatta kalabilme çabası.

Meksika tarihindeki kanlı ve acılı sayfalar, bir baskın esnasında üniversite tuvaletine hapsolmuş kadının dilinden akıp gider. Acıtıcı gerçeklik artık bir masala dönüşmüştür ve o andan itibaren bütün anlam kapıları birbirinin içine doğru açılmaya başlar. Zaman da tıpkı olaylar gibi git gide gerçekliğini yitirmiş ve masalsı bir akışa dönüşmüştür.

Latin Amerika’nın bütün hikâyelerinin sonu, derin mi derin bir yaranın ortasına çıkar. Auxilio için de bu değişmez bir gerçekliktir: “Hepsi geride kaldı, polisler ve askerler üniversiteyi terk etti, Tlatelolco’da öğrenciler öldü, üniversite kapılarını yeniden açtı ama ben hâlâ dördüncü kattaki tuvalette kilitliyim. Sanki fayanslardaki ay ışığından geçit, sandığımın aksine, zamanın hüzünlü devinimine açılmıyordu. Benim dışımda herkes gitmişti. Benim dışımda herkes geri dönmüştü.”

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 16.sayısında yayınlanmıştır.