İhsan Fazlıoğlu

Kişi binlerce insanın emeğinin bir hâsılası olan herhangi bir nesneyi kullanırken o nesnenin her daim öyle olarak verildiği hissiyle iş görür. Sonuç, hâsıla tüm süreçleri kendinde topladığı ve erittiği için bir bütün olarak önceyi göz-önünde bulundurmaz çünkü… Bir aşevinde çorba içen bir kişi çorbayı hazır ve verili olarak önünde bulduğundan lezzetli ya da lezzetsiz olduğuna ilişkin kanaatlerini de önündeki bütüne ilişkin verir; çorbanın malzemesinin nasıl yetiştirildiği, nasıl getirildiği, hazırlandığı, hele çorba fikrinin nasıl oluştuğu ve ‘o tür bir çorbanın’ nasıl icat edildiği ve insanlık mutfağında yerini aldığı konusunda bırakınız fikri, herhangi bir hissiyat içine bile girmez. Günlük hayatın akışı içinde kullanılan pek çok fikir, âlet, eşya benzer bir kaderi paylaşır: Sanki her daim vardırlar ve öylece önlerinde emre amade beklemektedirler. Bütüne ilişkin kanaatler de büyük oranda beğeniler üzerinden yürür; süreçleri, dolayısıyla hâsılayı üreten emeği pek dikkate almazlar. Bu nedenle beğenilere dayalı yargılar da son derece toptancı ve keskin olurlar çünkü beğenide konu ile yüklem arasındaki nispeti doğrudan nesnelere ilişkin özellikler değil, bizatihi yargıyı veren kişinin öznel durumu belirler.

Bu düşüncelerle bir nesne olarak önümde duran kitaba baktığımda kitabın kitap olarak varlığa gelmesi için verilen emeğin neliği konusunda neler söyleyebilirim? Benzer uygulamayı tüm diğer beşerî icatlar için de düşünebileceğimiz söylenebilir; doğrudur ancak kitabın özel yeri dikkate alındığında tüm bir insanlık tarihinin kendi üzerinden okunabileceği bir konuma yükselir. Öncelikle yazıya bakıldığında bile denilenlerin doğruluğu apaçık hâle gelir; çünkü beşeri insan kılan ve insanın yuvası olan tarihi yazı başlatır; en azından kabulümüz bu yönde… Niçin? Beşerî hafızayı aşan haricî hafızanın mukavvim/kurucu unsuru, hatta illet-i vücudu, varlık nedeni yazıdır da ondan… Beşerî bilgiye bir devamlılık, kısmî anlamda zaman-üstülük, kısaca bir sübutiyet kazandıran yazı yalnızca kalıcılık değil ebedîlik fikrinin de bir ifadesidir. İnsanın kendini, yok olup giderken bir yere, mekâna kazıması, çentiklemesi, sabitlemesi, nakş etmesi… Bu nedenle kadim dönemde yazının en temel birimleri olan ve yaklaşık aynı içeriği imleyen h.r.f. ve r.k.m köklerinin anlamları aynıdır: kazımak, çentiklemek, nakşetmek… Bu durum bir yandan harfe dayalı lisan ile rakama dayalı hesabın köken birliğine işaret eder, bir yandan da yazıt anlamına gelen kitâbe(t) sözcüğünün kitâb ile olan ilişkisine… Öyleyse soru şöyle çerçevelenebilir: Tarihte kitâbe(t)’den kitâba nasıl geçildi?

Yazının ilk malzemelerinin kil tablet, papirüs, parşömen, taş, deri, kemik vb… olduğu biliniyor. Özellikle kil tablet Mezopotamya, papirüs de Mısır medeniyetleri ile özdeşleşmiş iki tür yazı malzemesi. Kısaca, insanlar kendi zihnî emeklerini üzerine kazıyabilecekleri, çentikleyebilecekleri, nakşedebilecekleri her türlü imkânı değerlendirmişler. Ancak tüm bu malzemelerde kullanışlığın yanında kalıcılık da aranmış. Nasıl ki kişinin hem birey hem de tür olarak kendini sürdürmesi, sürekli kılması çocuk ile mümkün olmuşsa, zihnî emek, birikim de yazılı malzeme ile benzer bir özellik kazanmış. Çağdaş bir deyişle bireysel genin süreklilik arzusu maddî anlamda soyu kalıcı kılar iken yazı da memin kalıcılık arzusunun bir ifadesi hâline gelmiş; bilgiyi hem yatay boyutta insanlara taşımış hem de dikey boyutta nesillere aktarmış. Yazıdaki kalıcılık ve süreklilik fikri deyişlere bile konu olmuştur: “Çocuğa öğretmek taşa, yaşlıya öğretmek suya yazmak (nakşetmek) gibidir…” Benzer bir ifadenin, İbn Abbas’ın rivayet ettiği, Hz. İnsana nispet edilen bir hadis olduğuna da yalnızca işaret etmekle yetinelim…

Yazının kalıcılık ve süreklilik iddiasına kağıtyaygınlık fikrini ekledi; çünkü gen gibi mem de yalnızca kalıcı ve sürekli olmaya çalışmaz, yayılmak da ister; bu da hiç şüphesiz çoğalmak ile mümkündür. Gerçi Çinli bürokrat Chai Lun’un M.Ö. II. yüzyılda icat ettiği kağıt, üretimi pahalı olduğundan ilk elde sadece imparatorluğun temerküz ettiği mekanlarda kullanıldı; ancak zamanla daha ucuz malzemeden üretildi. Özellikle Abbasîler döneminde, Uygur asıllı kağıt ustalarının da yardımıyla üretimi çoğaltıldı. Kağıdın çoğalması, Bağdat’taki ilmî hareketin ve çevirilerin de maddî zeminini oluşturdu. Denebilir ki İslâm, Akdeniz dünyasının ortak-aklını kağıda geçirdi, nakşetti. Kil tabletlerde, papirüslerde, derilerde, taşlarda hayat süren bilgi kağıda aktarıldı; böylece haricî hafıza daha uygun bir malzeme üzerinden hem kalıcılığını ve sürekliliğini devam ettirdi hem de daha önce hiç olmadığı oranda yaygınlığını artırdı. Kağıt, Arapçada kullanılmakla birlikte varak olarak Arapçalaştırıldı ve kağıt işiyle uğraşanlara varrâk denildi. Peki kağıttan, yani varaktan kitaba nasıl geçildi?

Kaynakların verdiği muhtelif malumat derlenip toparlandığında en azından hikâyenin bir kısmının şöyle cereyan ettiği söylenebilir: Âlimler ders takrir ederlerken öğrenciler söylenenleri varaklara kaydediyorlar, daha sonra yanlarında taşıyıp kullanıyorlardı. Ders halkalarında kendileri de öğrenci olan, ya da en azından ilimlere ilgi duyan varrâklar da vardı. Varak ticareti ile uğraşan varrâklar zamanla ders meclislerinden aldıkları notları temize çekip varaklardan oluşan fasiküller halinde öğrencilere satmaya başladılar. Bu süreç hem aynı dersi veren âlimin farklı zaman ve zeminlerde aynı konuda farklı düşüncelerinin kayda geçirilmesine neden oldu; böylece tek bir âlimin aynı konuda farklı ‘eserleri’ oluştu; hem de aynı konudaki bir âlimin öğretileri yüzlerce fasikül oluşturdu. Aynı konuda farklı düşüncelerin kayda geçirilmesi, ilk dönemlerdeki bir âlimin aynı konudaki, küçük de olsa, farklı düşüncelerinin nedenlerini izah eder iken, ‘aynı konudaki yüzlerce fasikül’ de yine ilk dönemlerde bir âlime nispet edilen bir konudaki, örnek olarak, “iki yüz ciltlik kitab” deyişini açıklar; çünkü denmek istenen daha sonra oluşan cilt değil fasiküldür… Neticede ilk elde faydalı gözüken bu durum, zamanla sıkıntı doğurdu; hem bunu istismar eden bazı varakların notlardan oluşan fasikülleri pahalı satmalarından hem de dersi takrir eden âlimlerin kendilerine ait fikirlerin danışılmaksızın, deyiş yerindeyse, olumsuz anlamda pazara düşmesinden…

Süreç içerisinde varak, kendine mensup meslek erbabını, başta pazarda olmak üzere kendi kurumlarını, moral değerlerini vb… üretti ve hızla iktisâdî bir değere dönüştü. O kadar ki, her ne olursa olsun yazılı kağıt kendi başına müstakil bir değer hâline geldi. Bu nedenle insanlar kağıda yazmayı çoğalttılar. Hem çağdaş durum kağıda kaydedildi hem de tespit edilen tüm kadim miras kağıda geçirildi. Ancak bir farkla: artık kağıt ve kağıttan oluşan fasiküller iki kapak arasına girmiş ve kitab varlığa gelmişti. “İslam, kadim kültürü kitaba aktarmış; böylece kalıcılığını, sürekliliğini ve yaygınlığını sağlamıştır.” cümlesinin anlamı işte budur. O kadar ki, kitabın, bir isim olarak müsemması geçmişe doğru taşınarak sanki insanlığın ilk devirlerinden itibaren varmış gibi anakronik bir şekilde kullanılmaya başlandı. Örnek olarak Ptolemaios hanedanı döneminde, gerçekte kil tablet, papirüs ve diğer malzemelerden oluşan Mısır-İskenderiye’de kurulan Kütüphane’nin dört yüz bin cilt kitap ihtiva ettiği bile söylendi ve bu cümle bir motto gibi kullanılarak, daha sonra Bağdat’ta, Kahire’de, Endülüs’te, Semerkant’ta vb… kurulan tüm kütüphanelerin kitap sayısı dört yüz bin ile sabitlendi…

Kitap bir kez varlığa gelmiş, iktisâdî bir değere de dönüşmüştü… Bu nedenle sahtesi de hemen üretildi. Özellikle Câhız gibi ilk dönem yazarların şikayet ettiği üzere bizzat varrâkların kendileri de antik yazarlara nispet ederek eserler kaleme almaya başladılar. O kadar ki, pazarda alıcı bulan bu eserlerden esinlenerek bazı çağdaş yazarlar da yazdıkları eserleri antik bilginlere nispet etmekten çekinmediler, ki bunlardan bir tanesi de, bizzat bu durumdan şikayet eden Câhız’dır. Çünkü kalıcı ve sürekli olmak, aynı zamanda pazarda tutunmaktan geçiyordu; tutunanın da kalıcı olma şansı artıyordu…

Şimdiye değin verilen bilgiler, kitab denilen mevcudun varlığa gelmesinin tarihî imkanlarının ne kadar karmaşık, sürecin de ne kadar uzun ve zor olduğunu gösteriyor. Yine verilen bilgiler, ilk elde olup biteni iktisâdî yapıların belirlediği gibi bir his uyandırabilir. Tarihteki tüm yapılar ontik seviyede iç-içedir; bu yapıları birbirinden ayıran, farklı kılan onlara verdiğimiz adlardır; çünkü idrak için ilk şart ad vermek ve kavramsallaştırmaktır. Fakat tarihsel olgu ve olayları kinematik kavramsal modellerle açıklamaya ve anlamaya çalışırsak, ad vermenin olgu ve olayların belirli bir tarafını bizim için öne çıkarttığı ve idrak etmemizi kolaylaştırdığıdır; yoksa mevcudu değiştirdiği değil. Çünkü sürece bakılırsa kitaba varlık verenin âlim, ders halkaları, ders verme, kısaca bilginin olduğu da söylenebilir. Kim bilir belki de iktisat ile bilgi arasındaki ayrım da müdrik varlığın, yani insanın aynı olgu ve olaya verdiği farklı bir addır. Kim bilir, kim bilebilir?

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 7.sayısında yayınlanmıştır.