Emrah Ateş

Sait Faik, belki de, Burgazada’daki evinin tavan arasından İstanbul’u izlerken fark etti çok sevdiği İstanbul’un çirkinleşeceğini… Şimdi pencereden baktığımda ay bile görünmüyor nicedir. Yüksek binalarla dolu şehrimiz bir Turgut Uyar şiirini yalancı çıkarıyor ne yazık ki; “Göğe bakamıyoruz.”

Sait Faik doğduğunda, bir geleneği daha yaşatmış ailesi, babasının adını koymuşlar onun adının önüne, ama yıllar sonra Sait Faik o ismi unutacak, bunu bilmiyor kimse, Mehmet Sait Faik, Sait Faik oluyor böylece. Abasıyanık soyadı var tabii bir de; Abasızzadeler ya da Abasızoğulları olarak anılırken aile, Soyadı Kanunu çıktığında Abasıyanık oluyor. Aslında ikisi de aynı anlamda ama birinin öyküsü daha yanık sadece. Böyle olsun istiyor Sait Faik. Zaten iyi bir yazarın hayatı da iyi bir öykü olmalı değil mi?

Bir sıfatla anılmaktan hep ürkermiş Sait Faik. Oysa korktuğu başına gelirmiş hep; 1930’larda başladığı yazı hayatı boyunca sorumlu avare, gözlemci balıkçı, çakırkeyf sirozlu, küfürbaz şair, müflis tacir, züğürt yazar, hamdolsun diyemeyen rantiye, anadan doğma çevreci gibi sıfatlarla anılmış. Bunca sıfattan ziyade ne zaman bir Sait Faik cümlesi duysam “yalnızlık” gelir benim aklıma; en çok da insan olmanın yalnızlığı… Çünkü bunu en çok yaşatan adamdı kendisi -ki hayatını da böyle sürdürdü hep. Onlarca insan tanıdı, arkadaşları oldu, ama hiçbiri çok da uzun soluklu olmadı.

Sokaktaki hayatı kendi zarif yazımıyla birleştirmeyi bilen biriydi Sait Faik. Her zaman insandan beslendi. Hikâyelerinde, yaşadığı yerlerin ve insanların izini aradı hep; denizi, emekçileri, çocukları, yoksulları, işsizleri ve balıkçıları, yalnızları yazdı. Öyle ki Oktay Akbal şöyle diyor anısında; “Sait Faik, ‘Şu kahveyi anlatmak istersen söze nereden başlarsın?’ dedi, ‘İlk gözüne çarpanlar nedir?’ Sınav sorusu gibi bir şeydi. Birden şaşırdım; kahvenin duvarına asılmış İran Şahı ile Atatürk’ü gösteren renkli resimlere gözüm takıldı. ‘Bu resimlerle başlarım, sonra kahvenin içindekileri anlatırım,’ dedim. Sait kızdı, ‘Öykü duvarda değil, orada oturan ihtiyar adamda,’ dedi.”

Sait Faik, kimsenin önemli değildir dediği kişileri anlatırdı… Kader işte, bir insanın nasıl yazar olunacağı kestirilmiyor. Ama bazıları sonradan değil, doğuştan oluyor. Biraz araştırsanız görürsünüz Sait Faik dizelerindeki Türkçe kusurlarını. Ama hikâyeleri öyle yalın ve akıcıdır ki araştırmadığınız sürece görmezsiniz, kendinizi onun öykülerinin serin sularına kaptırırsınız.

İstanbul Erkek Lisesinde okurken Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi’nin sandalyesine iğne koyduğu için kırk bir arkadaşıyla beraber okuldan atılmış ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlamış Sait Faik. İlk öyküsü olan “İpekli Mendil”i de bu okulda, edebiyat dersi ödevi olarak yazmış, ki bu hikâye benim Sait Faik ile tanışma hikâyemdir. Gelgelelim en acemi hikâyesidir Sait Faik’in. Ama “İpekli Mendil” öyküsünü okuduğunuzda avucunuzdan su gibi bir ipek mendil fışkıracaktır. Tıpkı öyküdeki gibi…

1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver’i Remzi Kitabevi’nden çıkardı. Demek ki o zamanlar da para gerekiyormuş kitap yazmak için, tuhaf. Şimdi Sait Faik’in telif haklarıyla okuyor onlarca çocuk. Zaman kendi intikamını ne güzel alıyor bazen. İnsan umudunu kesmemeli.

İlk kitabından sonra yazmaya devam etti hep ama kafası dağınık adamdı işte, hatta bir mektubunda kendisi için şöyle diyordu, “Aylaklığım sebebiyle yazdıklarımı orada burada unutuyorum.” Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi sebebiyle küskünlük ve kırgınlık duyuyordu. Egoist değildi, kırılgandı sadece.

Öyle ki Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan’da yer alan “Çelme” isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmak suçundan askerî mahkemeye verildiğinde aslanlar gibi çıktı mahkemeye. Ama gel gör ki hüngür hüngür ağladı mahkeme koridorlarında Sait Faik. Davalı olduğu için değil, kitabı yasaklandığı için de değil. Savcının kendisini parmağıyla işaret edip “Bu!” diyerek azarladığı için ağladı Sait. Kırılgan bir camdı, öyleydi hep. Ve hep korktuğu sıfatta da bu idi işte, bu!

Ama cumhuriyeti temsil eden mahkeme kapıları Sait Faik’i yermeye çalışadursun, 1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara “onur üyeliği” verdi. Sait Faik’ten önce bu ödül yalnızca Mustafa Kemal Atatürk’e verilmişti.

Hiç evlenmedi Sait Faik. Kim bilir, belki Alexandra Sait Faik’in güven testini geçseydi evlenirdi de onunla. Bizim bildiğimiz hikâyede Sait Faik, Alexandra’yı Burgazada’ya çağırır ve Sabahattin Kudret’e gidip aynı vapura onunla binerek Alexandra’dan randevu koparmaya çalışmasını ister. Başarır bunu Sabahattin, eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokar. Sonrası ise Sait Faik’in yalnızlığıdır. Zaten büyük usta ile alakalı en çok bildiğimiz şey ise onun yalnızlığı değil midir?

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 16.sayısında yayınlanmıştır.