Ahmet B. Tamu

İzmir, görmesini bilen gözler için fantastik özellikler barındırır. Bir gün Fuat Sevimay’ın romanında[1] James Joyce’un çantasındaki yüz yıllık kitaba niyetlenen bir karakter olarak karşımıza çıkan Sahaf Ümit Nar ile karşılaşırsınız, bir başka gün Ümit Beyin bir mezadında Ahmet Büke’nin öykü kahramanlarından Halil Baba’ya rastlarsınız. Bir başka gün de “Çok Satması Gerekenler” köşesinin bânîsi Yerdeniz Kitapçısı’na uğrar, Nuray Hanımla sohbet ederken bir anda içeri giren Büke’nin kendisiyle tanışırsınız.

***

Ahmet Büke sosyal medya hesaplarını takip edenlere, denizle ilgili literatürü sıkıca taradığına dair ipuçları veriyordu. Hatta Türkçede deniz temalı neredeyse bin kitaplık bir liste de oluşturmuş, dileyen sosyal medya arkadaşları ve takipçileriyle paylaşmaktan da imtina etmemişti. Bir gün Büke’nin bu kez bir romanla, Deli İbram Divanı ile okur karşısına çıktığını görünce, “İşte…” dedim, “Büke okurunu bu kitapla denizlere götürecek olmalı.”

Kemeraltı’nın Uğultusu, Köstence’nin Sakinliği

Roman, klasik bir askeriye sahnesi ile başlıyor. Yetenekli bir er, onun sivil yeteneğinden (burada terzilik) askeri ortamda kendi sivil konuları için destek alan bir rütbeli. Tabi aylardır İzmir tarihine, denizler ve denizciliğe dair Büke’nin paylaşımlarından, oturduğu yerden “büyük resmi” gören komplocu dayılar gibi tahminler yürüten ben; kapaktaki derin suların görüntüsünü de görünce sabırsızca işler ne zaman denize gelecek diye düşünmekte gecikmedim. Neyse ki konunun denize gelmesi de hiç uzun sürmüyor.

Osman, komutanına anlatmaya başlıyor: Köstence adlı küçük adadan “loçadan kıç üstüne kadar çıkmış” yani gemicilikte tecrübeli büyük dayı Yusuf Kaptan’ın yanına, İzmir’e getirilişini. Kemeraltı çarşısının yüz yıl önceki uğultusunu kulaklarda hissettiriyor Büke. Yusuf Kaptan’ın gençliğini anlattığı sahneler İzmir’in kıyılarının tarihine küçük birer zaman yolculuğu mahiyetinde. Eski İzmir’in limanları, mafyaları, kabadayıları, genelevleri… İyi çalışılmış ve güzelce anlatılıyor, öyle ki romanın aslında bambaşka olan havasını şenliklere katmamak için kendini zor tutuyor gibi bu bölümler.  Osman’ın küçük adadan İzmir’e gelişi, Tristan Da Cunha [2] adasından Londra’ya gençliğinde yaptığı ziyaretinde karşılaştığı gürültüyü anlatan ihtiyarı canlandırıyor gözümde.

Osman’ın babası, Balıkçı, o dönemin çalkantılı siyasi iklimindeki neredeyse her yetişkin erkek gibi bir savaş gazisi. Adadan arkadaşı Demirci ile büyük bir patlama sonrası mucizevi şekilde hayatta kalışları onları daha bir dost etmiş. Tabi, çektikleri açlığı gidermek için elini deniz iyesine uzatacağını da ilk dostu Demirci’ye açacaktır Balıkçı. Eşinin borç harç aldığı kavurmayı uykuyla uyanıklık arası yedirmesiyle biraz dirilmiş, ama evdeki aç çocuklarını düşünmektedir. Evin direğine bir şey olursa hepimiz acımızdan ölürüz, diyen annenin ikiz kız çocuklarına bir lokma bile et veremeyişi epey etkilemişti beni.

Bu açlık vesilesiyle normalde pek yapılmayanı, Saruhan Hatun Efendilerinin yani don değiştirmiş bir iyenin (boz yunus) etini yemek, yağını işleyip satmak zorunda kalmışlardı. Hele Osman’ın babasının rahatsızlanması nedeniyle tek başına zıpkını alıp denize açılışı vardır ki, gönüllere iye! Buna benzer bir atmosferi en son Rahime Kaptan’da [3] okuduğumu hatırlıyorum. Osman’ın tek başına teknede ürperen tüylerini hisseder gibiyim hâlâ.

Madem romanın iyesini bu yazıya taşıdık, öyle ise ne anlama geldiğine göz atmakta da fayda var. Hepimiz ilkokul dilbilgisi dersinden iyelik, yani sahiplik eklerini hatırlarız. İşte iye, genel anlamda bir şeyin sahibi demek. Özelde ise halk arasında bir şeyin koruyucu ruhu anlamına gelir. Sadece Türkiye Türkçesi’nde değil, Çuvaş’tan Tatar’a, Sibir’den Altay’a neredeyse tüm Türk lehçelerinde iyenin koruyucu ruh anlamı kullanılır.

Etme Bulma Dünyası – mı?

Köstence, ilk anda Romanya’daki şehirle karışacak gibi olsa da alakası yok. İzmir açıklarında bugün sivil yerleşime açık olmayan askeri bir ada. Eski zamanlarda sivillere de açık olan bu küçük ada, İzmir ile beraber kitabın en önemli mekânlarını oluşturuyor.

Peki, bir yerde fakirlik olur da fırıldak zengin olmaz mı? Var tabi.

Zina Mehmet ve oğlu Süleyman. “Zina” kelimesinin Ege yöresinde “kurnaz, çakal” anlamında kullanımını kitapta görmek hoş. Kitabı Gördesli Rehber’in Anısına ithaf eden Büke’nin Ege yöresi özelliklerini romana aktarımı yerinde. Büke’yi biraz da bu yüzden seviyorum. Hem İzmir’de yaşayarak hem de metinlerinde yöreyi edebiyatın kadrajına yerleştirerek, başta İzmir ve Ege olmak üzere İstanbul-dışının edebiyatta bağımsız varoluşuna katkı sağlıyor.

Deli İbram’ın ağzından insanlığın hikâyesini tanrının can sıkıntısına (syf. 45) bağlayan romancı, hayatın o kadar da adil olmadığını Zina Mehmet üzerinden çok güzel anlatır. Adanın ilk sebepsiz zenginleşmesi ile tüyü bitmemiş yetimin hakkına giren Zina Mehmet, binlerce bedduaya rağmen eve gelen berberin sinek kaydırdığı tıraşlı yüzüyle huzur içinde ölür. Büke, Deli İbram’ın “deyyüs-u ekber” olarak adlandırdığı şahıs üzerinden romantik bir halkçılığa teslim ettirmez hikâyeyi ve bu yolla romansal gerçekliği pekiştirir.

Osman, Deli İbram’ın en iyi dinleyicilerindendir. Deli İbram ise adanın en güzel anlatıcılarından.

Osman, Yusuf Kaptan’ın ve evlatlığı Leyla ile İzmir’de yaşayadursun; Zina Mehmet’in torunu Süleyman, Köstence’de hakkı yenmedik tüyü bitmemiş yetim bırakmamaya kararlı gibidir. Üstelik gözünü deniz iyesine, Saruhan Hatun’un emanetine, boz yunusların yağına da dikmiştir artık.

Deli İbram’ın küfürlerine aldırmadan adanın tüm zenginliğinden en büyük payı almanın derdindedir. Tabi deniz iyesi bu, açlıktan ölmek üzere olan bir aile ile açgözlülükle saldıranlara aynı tarifeyi uygulamayacaktır. Osman ve Deli İbram’ın bizzat içinde olduğu aksiyonlarla Zina’nın ürünü Süleyman’ı bekleyen sondan şimdi bahsedip kitabın içeriğine dair çok fazla ipucu vermeyelim.

Tam Bir Ödül Kitabı

Ahmet Büke, günümüzün önemli öykücülerinden. Onun öykü macerası klasik öykücülüğün özelliklerini takip edebileceğiniz bir mecra olmasının yanında Ege’nin gününü, saatini de bulabileceğiniz canlı bir macera. Büke, standart öykücülüğün gereklerini yaş tahtaya basmadan yerine getirmeyi vaat eden bir yazar oldu hep. Kendi orijinalliğini yereli evrenselleştirerek bir heykeltıraş titizliğiyle yonttu. Gerçekçiliği günümüz şartlarıyla yeniden yaratmaya romanda da devam ediyor.

Bu ilk romanı, öykücülüğün izlerini barındırsa da roman tekniğini de en az öykü kadar yaş tahtaya basmadan metnine yedirebildiğinin açık bir göstergesi. Zina Mehmet’i sırf okurun gönlü hoş olsun diye kötü bir ölümle cezalandırmaması gibi, Osman ile Leyla arasındaki cinsel gerilimi çok ince yansıtması gibi ustalıklar standartın dışına çıkma cesareti açısından yetkin göstergeler.

Deli İbram Divanı ödül jürileri için bulunmaz nimet. Teknik sağlam, bilinen anlatıcılıkla teknik bağlar kuvvetli, anlatıyı üsluba kurban etmeyen bir yapıyla abartılmamış orijinallikler.

Büke, bu romanla öykücülük kadar romanda da yer edebileceğinin sinyallerini veriyor ve bu anlamda bir iddia ortaya koyuyor. Sosyal gerçekçi olacağım derken sosyalist romantizme ya da gerçekçiliğin arabeske yaklaştığı örneklerdeki tuzağa düşmüyor. Belki de İzmir’den, Ege’den dünyaya bakarak Türk romancılığının bir iyesi olacağının haberini de veriyordur…

Ve meraklısına bir not: İyi çalışılmış güzel bir metin okumak isteyenler, Nuray Önoğlu’nun “okuyun, duacım olursunuz” geleneğine riayet edip hem kendisinin hem de Büke’nin duacısı olabilirler.

 

Dipnotlar:

  1. Benden’iz James Joyce, Fuat Sevimay, İthaki Yayınları, 1. Baskı, , İstanbul 2020.
  2. Tristan Da Cunha, dünyanın üzerinde insan yaşayan başka karalara en uzak noktası. Brezilya ile Güney Afrika arasında, okyanusun ortasında kalan bu adada toplam 250 civarı insan yaşıyor. Britanya’ya bağlı bu adaya ulaşım yılda sadece birkaç kez, Cape Town limanından kalkan bir gemiyle yapılabiliyor.
  3. Halime Kaptan, Rıfat Ilgaz, Çınar Yay, 50. Baskı, İstanbul 2019