İbrahim Tüzer

“Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?”
Oğuz Atay

Hatıralarıyla tutunur insan şimdide
Neyi unutur ki insan? Hatıraları, acıları, sevinçleri, başarıları, hayal kırıklıklarını mı? Şimdi’yi bütün yönleriyle anlamasına imkân veren geçmiş zamanı mı? Kim olduğunu ve nasıl davranması gerektiğini hatırlatan çepeçevre sarılı olduğu kanunları, yönetmelikleri, kuralları, tüzükleri ve değerleri mi? Yaşanmışlıklarının kokusu sinen eşyayı mı…? Unutmaz aslında hiçbirini. Akıp giden zaman içerisinde tüm hâllerin ve seslerin kaybolmadığı gibi, insan da bilincinin duyumsadığı, gözünün gördüğü, elinin dokunduğu, sesinin karşılık bulduğu hiçbir şeyi unutmaz. Belki hatırlamak istemez. Ya da birer yaşanmışlık olarak geçmiş zamana hapsettiği ne varsa onların bilinç, madde ve ses düzeyine çıkmasına izin vermeyerek görünür olmasını istemez. Görünür olan sürekli hatırlanır çünkü.

Bundan dolayı insan, hatırlamak istemediği ne varsa evvela göz önünden kaldırır onu. Depoları, mahzenleri, tavanaraları vardır örneğin yaşadığı mekânlarda bunun için. Evvela fazlalık sayar bir dönem hayatında yer eden eşyaları ve sonra kaldırıverir göz önünden onları. Ancak gözün önünden kaldırılan tamamen yok olmaz. Kolay kolay unutturmaz eşyaya sinen zamanın kokusu kendini. Sadece eşya mı peki…? Bilir insan deposunda, mahzeninde ya da tavanarasında yaşanmışlıklarının olduğunu. Gaston Bachelard evinde mahzeni ya da tavanarası olanlar ile yaşadığı odada fazla çekmecesi bulunan insanları hep şanslı sayar. Her bir mahzen, her bir tavanarası, her bir çekmece hatıralar barınağıdır çünkü. Kaldırılan, saklanan ya da tıkıştırılan bu hatıralar aracılığıyla insan yaşadığı mekâna içerden bağlanır ve orasını “yuva” olarak kabul eder. Bir mekân yuva olarak kabul edildikten sonra ise korunan sadece beden ya da maddi tarafları değildir insanın. Ruhuna gelecek saldırılar karşısında da tutunacak, sığınacak bir “yuva” tesis etmiş olur. Ve insan, geçmişiyle varolmaya çalışır burada.

Diğer taraftan insanın bilinçaltı da tıpkı mahzen ve tavanarası gibidir. Duyular dünyasında yaşanılan, hissedilen, duyumsanan ne varsa göz önünden kaldırılıp yok sayılsa bile bastırılmış duygu değeri olarak bilinçaltında varolmaya devam eder. Bundan dolayı Sigmund Freud, bilinçaltının asıl ruhsal gerçeklik olduğuna dikkat çeker. Burada hiçbir şey sonlandırılamaz; hiçbir şey geçmiş ya da unutulmuş değildir. Esas olan bilincinin altı ve üstüyle yüzleşebilmesidir insanın. Yüzleşebildiği, özellikle bilincinin altına attıklarını fark edebildiği ölçüde karşılaşır insan kendiliğiyle. Her fark ediş, her kendilik karşılaşması ise acı verip huzursuz ettiği kadar enginlik ve sahicilik de sunar insana. Carl Gustav Jung’un işaret ettiği gibi nesnesinin büyüklüğünü taşıyabileceği ruhsal bir enginlik… Gölgesi tarafından ele geçirilmesinin önünde duran koca bir sahicilik…

Oğuz Atay ve Unutulan bir şeyler
Oğuz Atay da sadece romanlarıyla değil hikâyeleriyle de hep kendisiyle karşılaşan insanın macerasını sunar okuruna. Bilincinin altını ve üstünü tüm kıvrımlarıyla fark etmeye çabalayan, mahzenleri, tavanarası ya da çekmeceleri olan, kendiliğiyle didişen, yaşanmışlığını akılda tutan, acılarıyla, hevesleriyle, korkularıyla, geçmişiyle hep bir arada olan çoğu adsız kahramanların hikâyeleridir bunlar. Korkuyu Beklerken (Eserden yaptığım alıntılarda, İletişim Yayınları’nın 2002 yılında İstanbul’da yayımladığı 14. baskısını kullandım.) adını verdiği ve 8 hikâyesini bir araya getirdiği kitabında Atay, anlatı tekniğinden tema değerlerinin dizilişine kadar romanlarında yer alan tüm unsurların adeta küçük birer kesitini sunar. Sıkıştırılmış ve iç içe geçmiş anlam alanlarıyla Oğuz Atay dünyasının giriş kapısıdır bu anlatılar.

Unutulan adını verdiği hikâyesinde tavanarası metaforuyla eşsiz bir anlam alanı sunar okura Oğuz Atay. “Ben tavanarasındayım sevgilim!” diye seslenen adsız kadının bir delikten aşağı doğru bağırmasıyla başlar hikâye. Tonu yükseltilen bu ses, sadece bir metnin başlaması değil aynı zamanda bu sese muhatap kılınan okurun da kendi tavanarasına, bilinçaltına çekilmesine bir çağrıdır aslında. “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim” diyen karşı ses, tavanarasında gizlenen, göz önünden alınarak karanlığa terk edilen, üstü örtülen, bilinçaltına itilen ne varsa aydınlansın ister. Fakat her şeyin ayan beyan görünmesi, feneri tutan elin hareketine bağlıdır.

El nereye yönelirse fener de orayı aydınlatır. Tavanarasının karanlığında gezinen kahramanımızın eli, feneri “yakın bir yere tut”ar ve “annesiyle babasının resimleri”ni görür. Tavanarasında, karanlıkta, dehlizde, bilinçaltında karşılaşılan ilk manzara tesadüf müdür…? Biran için bu fotoğrafları tavanarasından aşağıya indirmek ister. “Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında…” diyerek evin düzenini gözünün önünden geçirir. Ve resimlerden birini alarak “yüksekçe bir yere” koyar. Bilinçaltına itilmiş olanın üste çıkarılması, diğer bir ifadeyle tavanarasından aşağıya indirilmesi, onun yüksekçe bir yerde konumlandırılarak görünür olmasına bağlıdır.

Her resim zamana düşülen bir nottur aslında. Fotoğraflanarak anın yakalanması, çok kısa bir süreliğine bile olsa, ölümlü bir varlığın sonsuzluğu arzu etmesi demektir. Bu arzudan dolayı belki de insan, geçmişteki an’lar için değil gelecek için fotoğraf çektirir. Unutulan’ın kahramanı da “ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi!” diyerek bakar tavanarasındaki fotoğraflarına. Ve hayıflanır resim çektirirken verdiği pozlara: “Duruşlar da gülünç. Kim bilir hangi filimden” diyerek tavanarasına çekilip bilincinin altındaki ile yüzleşebilenlere has bir farkındalığı ulaşır ve duruşunun, tavrının, bakışının anlamı üzerine düşünmeye başlar. Ödünçlenen kimliklerin duruşu yansımıştır fotoğraflara.

Fener ışığının aydınlığında devam eden tavanarasındaki gezinti amaçsız değildir aslında. Tıpkı insanın her eylemini kendisi için yapması ve kendi yarımlığını tamam etmek için uğraşması gibi tavanarasında / bilinçaltında çıkılan yolculuk da yüzleşmek istenilen gerçeğe doğru yönelir. Kendiliğin ve sahiciliğin elde edilmesiyle sonuçlanan her yüzleşme, bilhassa bastırılmış duygu değerlerinin gün yüzüne çıkmasına imkân vermişse sonuç şiddetli olur. Kahramanımız için de durum aynıdır. Karanlık içerisinde fenerin yöneldiği alanda karşısına çıkan aydınlık, bastırdığı, bilinçaltına ittiği, korktuğu, unuttuğu ve göz önünden kaldırarak tavanarasına hapsettiği eski sevgilisidir.

Oğuz Atay bu yüzleşme / karşılaşma anının şiddetini kahramanı aracılığıyla muhatabına hissettirmek isterken çağrışım alanları çok derin ve geniş olan söz dizimlerini özellikle kullanır: “Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme…” derken tavanarasında yerde yatan sevgilisi, “tozlanmış, örümcek bağlamış”tır. Ancak “korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaş”ır. Sol elinde bir tabanca tuttuğunu ve şakağından kendini vurduğunu görür. Fantastik ögelerin bilinç akışı tekniğiyle beraber ustaca kurgulandığı metnin bu kısmından sonra hikâye kahramanı, tam bir yüzleşme durumuyla karşı karşıya kalır. Şiddetli bir kavgadan sonra sevgilisini tavanarasına / bilincininaltına itmiş fakat hiçbir zaman tam olarak unutma gerçekleşemeyeceği için yüzleşme de ani olmuştur. Böylelikle evlendikten sonra eski sevgilisi ile ilgili bilincinin altında bastırdığı tüm yaşanmışlıklar, hatıralar, anılar, duygular tozlanmış tavanarasından birer birer gün yüzüne çıkar. Ve sonunda “hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi” deyiverir.

Neyi unutur ki insan? diye sormuştum yazının başında. Şimdi verilen cevaplara şunu da eklemenin tam vakti: Bu dünyadan bir kez geçeceği bilincini taşıyan, hissedebilen, soru sorabilen, sahicilik arayışında olan ve fark etme yetisini köreltmeyen insan unutmaz. Unutamaz. Tıpkı Oğuz Atay’ın kahramanları gibi. Bilince, eşyaya, varlığa ve hatıralara sinen yaşanmışlıklar hiçbir zaman unutulmaz…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 7.sayısında yayınlanmıştır.