Röportaj: Yunus Emre Tozal, M. Ali Çalışkan, İsa Karaaslan, Cemil Üzen

Şimdiye kadar birbirinden çok farklı düşünce ve ideolojilere sahip kişiler, Yunus Emre’yle ilgili kitaplar yazdı, Yunus Emre’yi ve şiirlerini kendi düşünce dünyalarına göre yorumlayıp, çeşitli biçimlerde konumlandırdılar. UNESCO 1991 yılını Yunus Emre Sevgi Yılı ilan ettikten sonra Yunus Emre oratoryoları yapıldı, Yunus Emre’yle ilgili piyes, senaryo ve kurgu metinleri oluşturuldu, tiyatro oyunları düzenlendi, filmler çekildi, hatta dizilere dahi konu edilmeye başlandı. Yunus Emre tabloları eskisinden çok daha fazla gündeme gelmeye başladı. Şiirleri ilahilere konu olmuş, münacat ve naatlarıyla meşhur olmuş, didaktik şiirler yazarak halkı ihyaya çalışmış bir derviş portresinin çok daha ötesine geçmiş durumdayız. Beşir Ayvazoğlu, 2014’de yayımlanan Yunus, Ne Hoş Demişsin kitabında Cumhuriyet aydınlarının Yunus Emre hakkındaki kafa karışıklığını ve hesaplaşmasını araştırıp yazdı, ortaya edebiyatçı, siyasetçi, tarihçi, sosyolog birçok düşünürün (Sabahattin Eyüboğlu, Nezihe Araz, Abdülbaki Gölpınarlı, Sezai Karakoç, Ahmet Yaşar Ocak, Mustafa Tatcı…) Yunus Emre yorumları bir araya getirildi. Kendisiyle “Cumhuriyet Sonrası Yunus Emre Yorumları” üzerine konuştuk.

Yunus Emre ile ilgili herhangi bir mevlitte, ya da bir mecliste anlatılanlardan fazlasını bilmiyoruz. Yunus hakkındaki bütün tarihi bilgi ve kaynak ise bir A4 sayfasının yarısını dolduracak kadar. 13. yüzyıla dair elimizde yeterli yazılı bir belge yok. Bildiğimiz, pek çok yerde mezarı olduğu ve erenlerden birisi olduğu… Sizce Yunus Emre, çağının en önemli şair ve mürşidi iken hakkında yazılanlar neden bu kadar az?

Yunus Emre büyük bir şair ama muhtemelen sıradan bir Türkmen dervişidir. Şehirli değil köylü, üstelik kaotik bir çağda, bir altüst oluş çağında yaşamış. Bu yüzden hayatının kayıt altına alınmadığı anlaşılıyor. Mevlânâ gibi büyük bir medeniyet merkezinde yaşasa ve etrafı müritleri ve hayranlarıyla çevrilmiş olsaydı, onun da bir Eflâkî Dede’si yahut Sipehsâlar Feridun’u olurdu. Onunki, şiirleri Türk-İslam coğrafyasında zaman içinde yayıldıkça oluşan bir şöhrettir. Asıl mânâsında şöhret haline geldiğinde herhalde hayatta değildi. Gerçek Yunus’un kimliği bilinmediği için ortalıkta dolaşıp duran şiirler için gerçeğiyle hiçbir alakası bulunmayan bir Yunus’un tasavvur edildiğini, hakkında menkıbeler üretildiğini ve bütün güzel nüktelerin Nasreddin Hoca’ya izafe edilmesi gibi güzel şiirlerin de ona mal edildiğini zannediyorum. Bazı şairlerin, onun şöhretinden istifade için mahlas olarak Yunus ismini veya mahlasını kullandıkları muhakkaktır. Yunus Emre böylece anonim bir şahsiyet haline geldi.

Bugün Yunus Emre dediğimizde aslında kimden söz ediyoruz? Cumhuriyet döneminde yaratılan Yunus Emre’nin gerçek Yunus Emre’nin önüne geçtiğini söyleyebilir miyiz?

Dedim ya, Yunus Emre anonim bir figürdür. Yunus Emre adında bir şair mutlaka yaşamıştı, ama şiirleri başka Yunusların şiirleriyle öylesine karıştı ki, Yunus Emre uzmanları yıllardır gerçek Yunus’unkileri ayırt etmeye çalışıyorlar. Bana sorarsanız, gerçek Yunus’un aslında kim olduğunu ve bugün Yunus Emre Divanı olarak bildiğimiz kitaptaki şiirlerden hangilerinin ona ait olduğunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğiz. Ayrıca böyle bir ayrıştırmayı beyhude bir gayret olarak görüyorum.

Yunus da Mevlânâ da laiklik filtrelerinden geçirilmiş “eski kültürün” insanları. Resmi ideolojinin topluma karşı hoyratlığını dengeleyen birer meşruiyet kaynağı mıydılar? Yoksa zaten kendi çağlarında da daha heterodoks bir din algıları mı vardı? Özellikle Yunus Emre’nin “heteredoks” yönlerinin kimilerince öne çıkarıldığını, kimilerince de göz ardı edildiğini görüyoruz. Aynı şey diğer erken dönem Anadolu erenleri için de geçerli. Neden bu tarihsel süreçle yüzleşemiyoruz?

Yunus Emre Divanındaki bazı şiirler heteredoks karakter taşır, bazıları Ehlisünnet… İşin gerçeği, bu divandaki en güzel şiirler, heteredoks karakterde olanlardır. Cumhuriyet elitleri, heteredoks Yunus’u, başka bir ifadeyle Hacı Bektaş Velayetnamesi’ndeki Yunus’u kendi dünya görüşlerine daha uygun buldukları için onu ön plana çıkarmışlardır.

Yunus Emre Cumhuriyet döneminde mi keşfediliyor? Geleneğin yeniden icadı mı söz konusu? Cumhuriyet’te Yunus’u ilk keşfeden Burhan Toprak mıdır?

Hayır, Burhan Toprak değil. Divan şiirinin ilk asırları, mesela Necati Beg’in şiirleri dikkatle incelenirse, Yunus Emre’nin şiiriyle sıkı akrabalık bağlarının bulunduğu fark edilecektir. Ancak aydınlar, Yunus Emre’nin şiirinde kıvamını bulmaya çalışan Türkçeyi zamanla kelime hazinesi bakımından sentetik bir dil haline getirdiler ve onun gibi şairleri ilgi alanlarının dışına ittiler. Bununla beraber Yunus Emre’nin divanı asırlar boyunca tekkelerin tükenmez söz hazinesi olarak kullanıldı. Yani bu büyük şair, aslında hiçbir zaman unutulmadı. Dede Efendi gibi büyük bestekârlar bile Yunus Emre şiirlerine bigâne kalmamışlardır. Tekkeler de yüksek kültürün üretildiği kurumlardır ve bu kurumlarda, Yunus her zaman büyük bir ilgi odağı olmuştur. Fuat Köprülü, İlk Mutasavvıflar üzerinde çalıştığı yıllarda kaçınılmaz olarak Yunus Emre gerçeğiyle karşılaştı. Yıl 1912’ydi, yani İkinci Meşrutiyet yılları; Balkan Harbi sonrası. Rumeli’yi bütünüyle kaybetmişiz; İttihad ve Terakki’nin “ittihad” iddiası çökmüş, imparatorluğu meydana getiren unsurlar arasında ittihadın artık bir hayal olduğu anlaşılınca Türkçülüğün önü açılmış… Türkmen kocası Yunus, özellikle Türkçesinin güzelliği ve saflığıyla Türklüğün timsali olarak görülmüştü. Bu yönüyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni kimliğin inşasında kullanıldı.

Cumhuriyet neden Yunus gibi bir figüre ihtiyaç duydu? Modernleşme sürecimizin “millileştirilmesiyle” ilişkisini açıklayabilir misiniz?

Benim bu konudaki kanaatim şudur: Yunus Emre, içinden geldiğimiz medeniyet diliyle, kültürüyle ve bütün kurumlarıyla tasfiye edilirken ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hisseden aydınların tutunmaya çalıştıkları can simidi olmuştu. Yakın tarihimizde, geçmişimizin kısm-ı a’zamını beğenmediğimiz, yok saydığımız için doğan büyük boşluğu Yunus’la doldurmaya çalıştık. Sanki bin yılda başka hiçbir şey üretmemiş, başka bir şair ve düşünür yetiştirememiştik, sadece o vardı; sanki o Sarıköy’de dünyaya gelmemiş olsaydı, Türkçe sırra kadem basacak, Türk kimliği yeryüzünden silinecekti. Bizde olmadığını düşündüğümüz hangi değer varsa, onda bulmaya başlamıştık. O bizim Sokrates’imiz, Dante’miz, Petrarca’mız, Erasmus’umuz, Villon’umuz, Pascal’ımız, Baudelaire’imiz, hatta Freud’umuz oldu. Yunus, hem hümanistti, hem sosyalist; hem Türkçüydü hem İslamcı; hem Alevi idi, hem Sünni… Kısacası herkes kendine göre bir Yunus icad etti. Zavallı şairin omuzlarına o kadar yük bindirildi ki, anlatılır gibi değil. Özellikle Burhan Toprak’ın bu süreçteki rolü son derece önemlidir. Ancak -az önceki sorunuzun cevabını şimdi veriyorum- Burhan Toprak’tan önce, Türk Halk Bilgisi Derneği’nin faaliyetleri var. Merkezi Ankara’da bulunan ve 15 Nisan’ı her yıl kutlanmak üzere “Yunus Emre Günü” ilan eden bu dernek, 15 Nisan 1929 tarihinde on iki şehirde ihtifaller düzenlemişti. İstanbul’da gerçekleştirilen ihtifalde Fuat Köprülü bir konferans vermiş, Peyami Safa konuşmuş, Necip Fâzıl da bu ihtifal vesilesiyle yazdığı meşhur “Yunus Emre’ye” şiirini okumuş. Yunus Emre, öyle anlaşılıyor ki, Necip Fâzıl’a o yılların çorak şiir ikliminde bir vaha gibi görünmüştü. O tarihte Burhan Ümit adıyla tanınan Burhan Toprak, Necip Fâzıl’ın Sorbonne Üniversitesi’nde tahsil arkadaşıydı ve Yunus’la yaşadığı macera onunkine benziyordu. Necip Fâzıl, Burhan Toprak’la arkadaşlığının Paris’ten sonra da uzun süre devam ettiğini ve onun Yunus’u “Yunus Emre’ye” şiirinden tanıyıp sevdiğini söylüyor. Ancak Burhan Toprak’ın Necip Fâzıl’ın bu tesirinden hiç söz etmediğini hatırlatmak isterim.

Anadolu’nun Türkistan’dan ve Horasan’dan gelen erenlerle, Rumeli ve Balkanlar’ın da Anadolu’dan giden alperenlerle mayalandığı söylenir. Saltuknâme’de Sarı Saltuk Hazretlerinin dervişi Yusuf’a Tapduk Emre hakkında söylediği bir söz var, “Şükürler olsun, Rum ocağı evliya ile doldu. Ümidim odur ki İslam bu diyarda kuvvet tuta. Biz bu ere inandık. Bu kişi ermiş kişidir. Onun adı Taptuk, bizim adımız Saltuk.” Anadolu’nun ve Rumeli’nin mayasındaki bu öz, Yunus’un şiirlerinde nasıl ortaya çıkmıştır?

Horasan Erenleri yahut Ömer Lütfi Barkan’ın tabiriyle kolonizatör Türk dervişleri saf Türkmenlerdi; Rumeli’ye elbette Selçuklu yüksek kültürünü değil, Yunus Emre’nin şiirinde karşımıza çıkan Türkçeyi ve bu Türkçeyle ifade edilen dünya görüşünü ve hassasiyeti taşıdılar. Ama bu kültürün Selçuklu yüksek kültüründen büsbütün farklı olduğunu düşünmemek, Yunus’un Mevlânâ’yı tanıdığını ve “Mevlânâ Hüdavendigâr bize nazar kılalı/Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” dediğini unutmamak gerekir.

Şairlerin şüphesiz bir dilin yerleşiminde çok büyük bir etkisi var. Cahit Sıtkı, “Türkçenin ses vekâleti bizim uhdemizdedir.” diyor. Türkçenin oluşumunda ve ahenginde Yunus Emre’nin rolü nedir?

Yahya Kemal de diyor ki: “Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” Anadolu Türkçesinin sesi, az önce de ifade ettiğim gibi, Yunus Emre’nin şiirlerinde kıvamını bulmaya başladı. Divan şiirinin sesinde bile Yunus Emre şiirinin mayası vardır. Divan şairlerinin dili kelime hazinesi itibariyle sentetiktir, evet, fakat grameri, sentaksı, sesi, tadı, tuzuyla hâlis Türkçe… Yunus’un büyüklüğü, bu Türkçeyle, yedi yüzyıl öncesinden, zamanın bütün engebelerini aşarak bugüne ulaşmayı başarmasıdır. Hakikaten onun şiir dilinde vatan coğrafyasının sularının çağıltısı, rüzgârının uğultusu, dağlarının yankısı vardır.

Yunus’un Türkçesi Cemal Süreya’nın ifadesi ile “Türkçenin sütdişleridir.” Hakikaten anadilimiz kadar saftır. Türkçe için tam da Yunus Emre’nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş; içinden şüpheyi kaldırmış, tam bir itminan ve teslimiyetle İslamlaşmıştır diyebilir miyiz?

Hiç şüphesiz; İslâm’ın en saf haliyle dokularına nüfuz ettiği bir Türkçe diyebiliriz buna. Ve tabii tasavvufla… “Cümle yaradılmışa bir göz ile” bakılmasını telkin eden bir felsefeyle bütünleşmiş bir dil… Yunus Türkçesinin şaşırtıcı güzelliği, kendiliğindenliği, samimiyeti, beşerî olanı sezip ifade etmedeki maharetidir ve Yunus, içinden çıktığı toplumun inançlarına, hayallerine, duygularına, özleyişlerine tercüman olması bakımından hiç eskimeyen, eskimeyecek olan bir şairdir. Şu hususu da ifade etmek isterim: Yunus, Anadolu’da Moğol istilasıyla başlayan büyük kargaşada ezilen, bunalan halkın acısını paylaşan, şiirleriyle onlara hayata tutunma gücü verenlerdendi. Bu coğrafyanın insanları asırlar boyunca onu kendi sözcüleri gibi görerek günümüze taşıdılar. Yunus, hiç şüphesiz, kanıyla, diliyle, bakışıyla, kısaca her şeyiyle Türk’tü, fakat Türklüğü yaradılmışı Yaradan’dan ötürü sevip hoş görmesini engellememişti. İnançlı bir Müslümandı, fakat Müslümanlığı başka dinlerden insanları kucaklamasına mani değildi. Mevlânâ, “Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil” derken, o, “İkilikten usandım” diye sesleniyordu. Bu iki büyük sufi, Vahdet-i Vücud felsefesine ve güçlü ifadesini bu felsefede bulan kozmik aşk ilkesine, insanların ümitsizlik içinde kıvrandıkları bu yüzyılda aynı zamanda sosyal bir muhteva kazandırdılar. Mevlânâ ve Yunus’un aşk felsefeleri ve birlik çağrıları, yankısını, onların yaşadıkları yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nde buldu; yüz yıl içinde, Anadolu’da birlik büyük ölçüde sağlanarak acılar büyük ölçüde dindirildi.

Sezai Karakoç’a göre Tolstoy, nasıl ki Kierkegaard’ın estetik plan olarak ifade ettiği sanattan din planına sıçramış ve o planda estetiği, sanatı reddederek inkâr etmişse, Yunus da estetik planını bir haz planı olmaktan çıkarıp din planına uzatmış ve yerleştirmiştir. Yunus’a çift sofra; din ve sanat sofrası sunulmuştur Karakoç’a göre. Yunus’un şiirlerinde bahsedilen din ve sanat ilişkisi nasıl yorumlanabilir?

Modern öncesi dünyada ahlâk, sanat ve bilimler hikmet şemsiyesi altında birbiriyle dayanışma halindeydi. Modernite, bu üç alanı birbirinden ayırıp bağımsızlaştırdı, yani etik, estetik ve bilim kendi alanları dışında hiçbir kritere bağlı olmaksızın faaliyet göstermeye başladı. Modernitenin en önemli göstergelerinden biri bu ayrışmadır ve belki de Aydınlanma projesinin en başarısız olduğu alandır. Çünkü uzmanlaşma ve özerkleşme, bu alanlar arasındaki bütün irtibatların kopmasına, daha da önemlisi, hepsinin hayattan uzaklaşmasına yol açtı. Yunus ve onun gibiler için din, sanat ve ahlak birbiri için vardı ve gaye tekti: Hakikat…

Bugün Yunus’un düşünce dünyamıza, kalp ve zihnimize kattığı anlamlardan uzaklaşmış durumdayız. Yunus’a tekrar nüfuz edebilmek, Yunus’u tekrar bizim kılabilmek için daha çok kazmalar vurmak, daha çok tırnaklamak gerekiyor sanki. Yaşadığımız karmaşaya nasıl reçeteler sunabilir Yunus’un dizeleri?

Yunus Emre, kendi zamanını aşarak bugüne ulaşmayı başarmış, şiirinden günümüze hitap eden mesajlar da çıkarabildiğimiz büyük bir şair… Ancak kalın sis perdesi ardındaki hayatının ve farklı yorumlara elverişli şirinin onun arkasına saklanarak ideolojik bir kavga vermeyi kolaylaştırdığını da söylemek isterim. Her ideolojik grup Yunus’un şiiriyle kendi düşünce dünyasını tahkim etmek istemiştir. Bugün hem kendisi, hem de yaşadığı çağ hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. Dolayısıyla bilinmezliğin arkasına sığınıp aşırı yorumlarla ona ideolojik elbiseler giydirmek epeyi zorlaşmıştır. Bundan sonra yapılacak olan, Yunus Emre Divanı’nı daha dikkatli bir şekilde okuyup derinliklerine nüfuz ederek bugüne ulaşan mesajlarını çağımızın idrakine tevdi etmektir. Ama şu soru da yabana atılacak bir soru değildir: “Bir şairi yahut yazarı okurken, onu doğru anlamak için biyografisinden ve yaşadığı devrin şartlarından mı, yoksa eserin kendisinden mi yola çıkmak gerekir?” Herkesten, bir sanat eserini yaratıldığı çağın şartlarını ve yaratıcısının biyografisini göz önünde tutarak okuması beklenemez. Her nesil, yaratıldığı devrin sınırlarını aşmayı başarmış eserlere farklı yorumlar getirerek ona kendi zamanının şuurunu ilave edecektir. Bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bugüne ulaşabilmiş bir eseri onun hakkında yapılmış yorumların dışında düşünmek mümkün değildir. Yunus Emre hâlâ sevilerek okunuyor, şiirinden günümüze de hitap edebilecek evrensel mesajlar çıkarılabiliyorsa, bu onun şair olarak büyüklüğünü ve kendi zamanını aşabildiğini gösterir. Yanlış olan, onu aşırı yorumlarla herhangi bir dünya görüşünün veya ideolojinin sözcüsü gibi göstermektir.

Peyami Safa’nın ifadesiyle Yunus Emre, dizeleriyle hem geçmişin hem bugünün hem de geleceğin şairi olmuştur. Yunus’un insanlığı uyarıcı, adeta tebliğ eden dizelerinde aşk, birlik ve barış kavramları özellikle öne çıkıyor. Bu kavramlara başka neler eklenebilir, aynı zamanda bu kavramlar bugün dünyanın da yaşadığı bunalımın temel dinamikleri değil midir?

Bence Yunus’un “Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmak” diye özetlediği ilke, sadece İslamî bir hümanizmayı ifade etmiyor, aynı zamanda canlı ve cansız bütün varlıklara –Allah tarafından yaratılmış oldukları için– saygıyı telkin ediyor. Bu ilkenin içinde, bugün dünyada yaşanan bütün problemlerin çözümü var gibi geliyor bana. Yunus, hiç şüphesiz, Türkçesinin yıpranmayan tazeliği, düşüncesinin samimiyeti ve derinliğiyle çağdaşımızdır.

Yunus Emre romanlarının edebi açıdan görece zayıf olmasının sebebi ideolojik saiklerle yazılmış olmaları mı?

Bu ayrıca tartışılması gereken bir problemdir.