Tarık Tufan

-Tayfun Pirselimoğlu’nun Hikâye Dünyasına Giriş-

Her şey “Çöl Masalları”yla başladı.

Çöl ve masal bir şeye başlamak için iyi. Korku ve umut, gece ve gündüz, iyi ve kötü. Bütün ikilikler iç içe geçmiş ve an be an yanılgıya düşme endişesiyle tercihlerde bulunmak.

Çölün tuhaf bir yer olması tamam. Her şeyin uzun bir hikâyeden ibaret olması da tamam. Fakat hiçbir şey bitecekmiş gibi görünmüyor. Başlıyor ama bitmiyor. En korkunç tarafı da bu. Oysa bitmeli, bitecek; başlayan her şey biter. Bitecek elbette ama bitmeyeceği korkusu her şeyin üzerini bastıracak kadar ağır bir korku.

Çölün bir sonu olmalı. Masalın da.

Tuhaf bir şekilde karşına çıkan o dolabı itip kapıdan dışarı çıktıktan sonra, gördüğün hiçbir şeyin sonuna ulaşmak, anlamına vâkıf olmak, künhüne ermek, mânâsını idrak etmek, hakikatine ulaşmak, sırrına erişmek, farkına varmak, menziline koyulmak, derununu keşfetmek imkân ve ihtimali yoktur.

Buna gayb olmak diyelim. Varlık âleminde bilinir olmaktan uzaklaşmak. Görünür olma hâlinden çıkıp başka bir hâl derecesinde yerleşmek.

Kaybolmak. Bir albümün sayfalarında, sanki birazdan kaybolacağını bilip de öyle kameranın karşısına geçmiş, bomboş ama sahiden hiçbir ifade takınmaksızın dipsiz bir boşlukla objektife bakan insanlara özgü bir vesikalık fotoğrafa suret olmak. O insanlar vesikalıklarını çektirirken aslında fotoğraf makinesinin objektifine değil, kendilerini bekleyen kaderin uçsuz bucaksız kuyusuna bakmaktadırlar.

Gayb olan bilinir de görülmez.

Bir kişi yolunu bir kez kaybettiyse bir daha geri dönemez. Dönerse bile başka biri olarak geri dönmüştür. Bundan mütevellit her sabah evinden çıkıp da kaybolan ve sonra evine dönen insanlar, şehir insanları, çöl insanları, kasaba insanları gerçekte aynı insanlar değildir.

Suretleri en son bir polis tutanağında görülmüş; vesikalık fotoğrafları siyah-beyaz tanınmayacak bir halde evraka geçmiş. Sonrası yok. Sonrasız kalmışlar. Hayatlarına dair her şey yarım kalmış. Ölememişler. Ağız tadıyla, gönül ferahlığıyla, can acısıyla, iç yangınıyla ölememişler ve bu da yarım kalmış bir heves gibi boğazlarına takılmış.

İnsan mütemadiyen kaybolmaktadır. İnsan mütemadiyen bir masalın içinde, artarda gelen olaylar içinde, kendi içinde kaybolmaktadır. İnsan, bu karmakarışık dünyada, kent dediğimiz labirentte kendi varoluşun sahih, sahici izini bulana kadar kendisi için de “gayb”dır, kayıptır.

Hatırlamanın da bir lüzumu yok nazı anlarda. Bundandır ki bir hafızaya gerek duymuyoruz çok zaman. Hafıza dediğimiz şey içimizdeki derin karanlık. Hafıza dediğimiz şey zayıf düştüğümüz anlarda ruhumuzu kuşatan bir hastalık. Bir yorgun düşme hali.

Bütün kadınlar uzun, narin siyah saçlı, bütün kadınlar Meryem, bütün cinayetler tuhaf, bütün adamlar kuşkulu, bütün radyolar cızırtılı, bütün aşklar içe gömülmüş,  bütün dayıların bir meselesi var, bütün cüceler bir şey saklıyor, herkes elbisesini aynı terziye diktirmiş, yağmur hep aynı zamanda yağıyor, bütün babalar ölmüş.

Bir küçük rastlantı her şeyi değiştirebilir mi? Sokakta karşılaştığın bir yüz, kitabın arasından çıkan küçük bir not, yanlışlıkla kapıyı çakan bir kadın, yanlışlıkla bindiğin ve nereye gideceğini çok sonradan öğrendiği şehirlerarası otobüs, bir isim benzerliği, yüz benzerliği. Böyle şeyler. Küçük rastlantılar.

Bilmiyoruz.

Bu hikâyede bir şey bilmemiz gerekmiyor zaten. Bu hikâyede, bilenler çok yaşamıyor. Bilenler bir anda ortaya çıkıyor ve kayboluyor. Hikâyenin bir başı var gibi gözükse de bir sonu kesinlikle yok. Sorular üst üste yığılacak, merakımız artacak anbean, telaşımız da artacak bunlara mukabil. Kapının ardında bizi nelerin beklediğini bilemeyeceğiz, şehirde dolaşan timsahın nerede karşımıza çıkacağını, hangi otel odasında, hangi hayatlardan kalma izlerin üzerimize bulaşacağını da bilemeyeceğiz.

Bütün sorular açık uçlu mu kalacak?

Evet. Sonra da sorular da kalmayacak.

Çünkü ihtiyacımız kalmayacak. Sorulara, cevaplara, kelimelerin bir tekine bile ihtiyacımızın kalmadığı bir an gelecek ve o ânın içinde kendi başımıza kalakalacağız.

Hayat dediğimiz bu tuhaf hikayenin içinde, buna labirent diyelim daha iyi anlatabilmek için, bu labirentin içinde dolanıp dururken, geçtiğimiz yerleri hatırlatacak ipuçlarını, yolumuzu bulmaya yardım edecek izleri akılda tutmak mümkün olmayacak.

Kendi labirentinde yürürken, resimler yapmak, yazılar yazmak, fotoğraflar filmler çekmek, hasılı kelam bir iz bırakmak için elinden geleni yapmak beyhude.

İnsan kaybolur.

Tayfun Pirselimoğlu.

Trabzon’da doğdu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi… Bilinmiyor… Viyana’da Hochschule für Angewante Kunst’ta… Bilinmiyor. Okudu. Viyana, İstanbul, New York… Bilinmiyor… Ankara, Budapeşte, Tallinn’de çok sayıda sergi açtı ve… Bilinmiyor… Ortak sergilere katıldı. Pirselimoğlu ilk uzun filmi olan Hiçbiryerde’yi 2002 yılında… Bilinmiyor… ‘Vicdan ve Ölüm’ üçlemesini oluşturan Rıza (2007)…bilinmiyor… Pus (2009) ve Saç (2010) filmlerini çekti… Bilinmiyor…

2380 BERBERon

Berber
Tayfun Pirselimoğlu
İletişim Yayınevi

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 13.sayısında yayınlanmıştır.